8 Haziran 2010 Salı

Bir Uçuş Denemesi


Fotoğraflar hikâye anlatır, hatıraları onarırlar.

Şado ile albümlere bakarken geçmişe uzun gezintiler yaparız. Çocukluk albümümdeki fotoğrafların çoğunu o çekti. Birçoğu çekilirken de oradaydı.


Büyükler, nasıl bir çocuk olduğumdan bahsederken, bazı huylarım konusunda ağız birliği etmiş gibidir. Hepsi, bir yalan uydurup, kaçıp gittiğimi anlatıyor ve ekliyorlar: “Bir anda yok olurdun.” Böylece bütün komşuları gezermişim köyde. Gittiğim yerde de uzun süre kalmazmışım. Başka bir yalan uydurur, yavaş yavaş uzaklaşır, sokağın köşesini döndüğüm gibi gözden yitermişim.


Köydeki evimiz, mahallenin bir ucunda, yokuşun başındaydı. Bir bahar günü, pencereden bakarken dışarı çıkmak istedim. Annemden izin aldım. Uzağa gitmeyeceğime söz verdim. Her zamanki gibi. Önce kapının önünde dolandım biraz. Yokuşun başından aşağı mahalledeki evleri, sokakları izledim. Yapacak bir şey bulamadım. Biraz sıkılmıştım. Etrafta da kimse yoktu. Kaçmaya karar verdim. Aniden koşmaya başladım yokuş aşağı. Az önce küçücük olan evler yakınlaştıkça gözümün önünde büyüyordu. Sonra evlerin yerini bulutlar aldı. Yukarıya, bulutlara bakıyordum artık sadece. Koştukça yeryüzünden uzaklaşıyordum. Giderek gökyüzüne doğru çekiliyordum.

Demek ki uçmak üzereydim. Evet, az ötedeki köşeyi dönerken uçacaktım.

Fakat birden bire o sesi duydum. Arkamdan bağıran Şado’nun sesiydi bu. Tam uçup yok olacağım sırada beni kıskıvrak yakalamıştı. Bir anda her şeyi unuttum.

Köşe başını, bulutları.

Sanki Şado bana seslenince zaman durdu. Olduğum yere çakılıp kaldım öylece. Başımı çevirdim. Bir ışık parlayıp söndü. Beklenmedik bir şimşek ışığı.

Yokuşun başına bir yıldız düşmüş gibi oldu gündüz vakti, göğün tam ortasından.

Donup kaldım.

Şado şaşkın tavşan bakışlarıma gülüyordu.

Kaçarken bir fotoğrafa yakalanmıştım.


Bir gün bir yerden sessizce kalkıp giderken, geride kalan her kimse o, tek bir kere seslensin bana.

O zaman yeniden hatırlayabilirim, köşe başını, bulutları.

Flaş patlasın.

Ama bu sefer arkama bakarsam, o yıldızla birlikte yok olayım.

Ardımda bıraktığım boşluk.

Fotoğrafta sadece o olsun.

6 Haziran 2010 Pazar

Mardin'de "büyülü sözcükler": Bienal mesela


Canım memleketim Mardin’de “bienal” var artık. Küratör falan gibi kelimeleri duyup ürpermeyen illa ki kalmıştır, bu onlara olmalı. Yalan yok, benim de kusurlarım oldu zamanında. “Güncel Sanat”a güvendim, ona sığındım. Artık “GünSel” diyorum kendisine ve “salon, piyasalar”ı ekliyorum içimden. Üşenmiyorum, “akademide bir koltuk, cebimde çek defteri” de diyorum.

Mardin sokaklarını bir “sanat cümbüşü”ne çeviren bu sergiye “Turistleri Niçin Öldürmeliyiz?” başlıklı bir şiiri “kuşlama” yöntemiyle savurup, “performans” yapıverecektim. Üşendim, olmadı. Bienala da üşendim çünkü. Üşenmesem, Cem Erciyes’in 7 Haziran 2010 tarihli Radikal’de yayımlanan “Mardin için sihirli sözcükler” yazısını şerh falan edecektim. Hepsini yaptım sayıyorum ama oturduğum yerden: Bienala gittim, gezdim, ayakta şarap içtim, iki sanatsal lafın belini kırdım, Cem Erciyes’in yazısını Mardin manzaralı odamdan (şaka değil bu ha) okudum ve şerh ettim. Âh canım.


5 Haziran 2010 Cumartesi

Gitmek ya da Sınırı Aşamayan Sevgilinin Hikâyesi



“Gitmek: Benim Marlon ve Brandom” şu sıralar tekrar tekrar izlediğim filmler arasında. Geçen haftalarda Eskişehir’deyken bir kere daha izledik filmi. Film, kavuşamayan iki aşığın, Ayça adlı Türkiyeli bir tiyatrocu kadın ile, Kürdistanlı sinema oyuncusu Hama Ali’nin hikâyesi. Ayça Damgacı’yı Tiyatro Oyunevi’nin 2004’te sahnelediği Döne Döne oyunundan hatırlıyorum.
Filmde, Kürdistan’da yaşayan sevgilisini görebilmek için İstanbul’dan uzun bir yolculuğa çıkıyor Ayça. Bu yolculuğun öncesinde, Türkiye’nin doğusuna dair çeşitli fikirleri var ve deneyimleri olmuş. Doğu ile ilk karşılaşması değil bu bir şehir insanı olarak. Yolculuğu sırasında önüne engeller çıkıyor. Tek başına seyahat eden bir kadın olarak bilindik problemlerle karşılaşıyor. Dillerin farklı olması, kültürlerin birbirine uzaklığı da işini zorlaştırıyor. Yine de, filmde Ayça’nın sevgilisine ulaşmasına en büyük engel, kültürel uzlaşmazlıklar ve çelişkiler değil, sınırları çizen ve kuralları dayatan otoritenin kendisi oluyor.
Denebilir ki, filmde anlatılan aşk hikâyesi Ayça’nın sevdiği erkek için mücadelesi üzerine kurulu. Biz de izlerken, sınırlara ve savaşa rağmen aşkının peşinden giden kadına odaklanıyoruz dolayısıyla. Bu şekilde, aşkı için mücadele veren kadının anlatısı üzerinden ilerliyor filmin ana kurgusu.
Ben, filmi tekrar izlerken, kadının hikâyesinden oluşan dramatik akışı bir kenara koyup, filmin belli anlatı parçalarına dikkat etmeyi seçtim. Bu parçalar da, filmde “öteki erkek” olarak konumlandırılmış Kürt erkeklerin anlatılarından oluşuyor. Yani, Hama Ali’nin ve filmdeki “öteki erkekler”in hikâyeleri neler söylüyor bununla ilgilendim.
Hama Ali: Filmin başında sesini duyuyoruz sadece. Sonra onu sevgilisi Ayça’ya gönderdiği video-mektuplardan tanımaya başlıyoruz. Bu video-mektuplarda Hama Ali, sevgilisine orada yaşadığı hayatı, dostlarını, ve hayallerini anlatmakta. Ayça, İstanbul’daki yorucu, yıpratıcı metropol yaşamından, kendisini veremediği işinden ve mutsuz edici insan ilişkilerinden uzaklaşıyor, Hama Ali’ye yaklaşırken ardında yabancısı olduğu şehir hayatını bırakıyor bir anlamda. Hama Ali ise, dünyasını olabildiğince açıyor sevgilisine ve sevdiği kadını bu dünyaya buyur ediyor. Onu hayallerinin bir parçası yapıyor. Bu hayalleri kalbinin yalın ve samimi diliyle anlatıyor video-mektuplarında. Savaş başladığında bile umutsuzluğa düşmüyor, kanın, silahların hengâmesi içindeyken de seviyor, aşkını anlatmaktan yorulmuyor. Daha da önemlisi, sevdiğini o yokken de sevebiliyor Hama Ali. Vuslatın imkânsızlığı aşkına gölge etmiyor. Ayrılıktan dert yanmıyor, şikâyet etmiyor, acısını anlatıp dökmekten geri duruyor. Buralarda bir yerde filmdeki bir diğer “öteki erkek” olan Diyarbakırlı şoförün hikâyesi, Hama Ali’nin hikâyesiyle kesişiyor işte: acıyla imtihan. Ayça’yı sınıra götüren Diyarbakırlı şoför, “beş dakkalık bir iş için” arabayı kenara çekip viran olmuş eski bir köyün yıkıntıları arasında gözden kaybolduktan sonra bir mezarın başında görünüyor. Elindeki küçük bidonla mezara biraz su döktükten sonra mezar taşını öpüyor ve oradan ayrılıyor. Yolun kenarında şoförü bekleyen Ayça, onun nereye gittiğini ne yaptığını bilmiyor. Dolayısıyla Ayça’nın tanıklığında ilerleyen ana öyküden bir sapma oluyor burada. O yıkıntıların arasında olanlar, seyirciyle şoför arasında kalıyor. Bu sahne filmin içerisinde içinde üç nokta olan bir parantez, filmdeki asıl hikâyeden taşmış bir fotoğraf gibi.
Ayça’nın İstanbul’dayken tanıştığı mülteci bir Kürt olan Soran karakteri de eklenebilir “öteki erkek”lerin hikâyelerine. Karısı ve çocuklarından ayrı kalmış yoksul bir ressam olan Soran’ın umutları, sınırı geçemeden yakalanmasıyla son buluyor.
Hayalleriyle dolu filmler çeken Hama Ali, sevdiğinin mezarını sessizce ziyaret eden Diyarbakırlı şoför, yakalanıp sınır dışı edildiğinde ardında aşkı anlatan resimlerini bırakan Soran. Hepsinin hikâyesi, daha çok şey söylemek istiyor ama Hama Ali’nin son filmi gibi yarım kalıyor.
Ben bu filmi öteki erkeklerin gözünden yani sınırın diğer tarafından okudum ve sınırı aşamayan sevgiliyi daha çok sevdim.

h.sahtegi

4 Haziran 2010 Cuma

1- İlhan Berk Okumak


Ben, hayatımın bir kısmını yolculuk yaparak geçirdim. Cümleyi, “Ben hayatımın bir kısmını yolda geçirdim.” diyerek tashih edebilirim. Bunu yapmamış mı oldum? Evet, aslında yapmamış oldum. Derdimiz, “anlatıcı”, “edebiyatın sınırları”, “dil”, “Chomsky” falan değil ne yazık ki. Olsa, eminim daha fiyakalı olurdu. Ama olmayacak. Küçük bir “şey” anlatacağım. Hikâye demek mümkün ama o kadar güzel hikâyeler okudum ki ben bu hayatta, kendi anlattıklarıma hikâye demekten hicap duyarım anca. Bir de not düşeyim paragraftan atlamadan; hicap ve mahcup aynı köktendir. “Sudan asıllı İngiliz” yazar olan adamın adı da “Jamal Mahjoub” değil, gayet Cemal Mahcup’tur. Ki biz, Cemal ismini ne çok severiz.

Yolculuk diyordum, ben bazen trenlere de bindim. İlk tren yolculuğumu da anlatmak mümkün ama hâlâ konumuz bu değil. Yani hâlâ “konumuz bu değil” fazındayız. Henüz anlatacağım asıl şeye gelemedik. Tren, evet. Bize yapılanların, gene bize süslenerek satıldığı “hizmet”lerden biri olan “Yüksek Hızlı Tren”lerin ikinci seferinde bulunmuş, gözü toprağa bakanlardan biriyim. Çünkü o hızlı trenin (bundan sonra “yüksek” kısmı anılmayacak) ilk seferlerine binme cesaretine medya ve dolayısıyla insanlar, bir intihar yakıştırması yapıyordu. Bu da, bir tek “bizim” başımıza gelir; ortada yeni bir “hamle” var ama kimse o hamlenin salahiyetinden emin değil. Acaba devrilecek mi? Tren yoldan çıkmadı ama ben kelime oyunları yapmaya devam ettim. Sözgelimi, tren yoldan çıkmadı ama ben yoldan çıkmaya devam ettim. Yoksa nasıl hâlâ müzik dinleyebilirdim ki?

Lise anılarını çok sık hatırlayan insanların dâhil olduğu bir sosyolojik grup var mıdır bilmiyorum ama ben artık lise anılarına, “hatıra” diyecek vakte gelmişim. Ben henüz o zamanlar hatıra olmamışken de bu evde yaşıyordum. O zaman da bu ev beşinci kattaydı, yirmi biri beşle çarptığında ne çıkıyorsa, o kadar merdiven vardı o zaman da burada. O zaman da odam üç adım ediyordu. Ben kapısı nedense hiçbir zaman tam olarak kapanmayan odamdan çıktığımda iki tane karoya basmama gereği hissederdim o zaman da. Yerine tam oturmamış ve yıllardır öylece duran o iki karoya bastığımda ses gelir çünkü. O zamanlar da geliyordu ve ben ne kadar basmamaya çalışırsam yine ses çıkarırdım o karolardan. O zamanlar da ben geceleri uyumazdım, bunu nereden öğrendiğimi artık hatırlamıyorum. O zaman geçerli bir sebep bulmuşumdur muhtemelen kendime. Ben kendime sebepler bulmakta ustayımdır. Bak nereden nereye geliyoruz. Olsun, devam. Ben o zaman sigara içmiyordum. Şimdi, küllüğü karolara basa basa mutfağa götürüp, “Tamam bu gece yeter, artık içmeyeceğim.” diyorum, sonra sigara yakıp küllüğü arıyorum masanın üzerinde. Sonra gene karolar, gerisini biliyorsunuz zaten. Ben o zaman askerlik yapmamıştım, Ece Ajandası almamıştım Beyoğlu’ndan. Şimdi bunca şeyi anlatıyorum, oysa çok başka bir şey anlatmak üzere,. Anlatacağım dur. Biraz daha sabır. Ece Ajandası’na ben, şimdi kalkıp defteri bulmayacağım, “Edebiyat askerde hayat kurtarır.” yazmıştım. Ben askerde bu odada oturup yazı yazma hayalleri kuruyordum oysa gecelerdir sadece küllüğü mutfağa getirip götürüyorum. Karolara basıyorum ve aynı “tak” sesi. Ben bunları anlatıyorum da ne yapmış oluyorum? Ben hiçbir zaman “çok faydalı” şeyler yazmadım. Yazacak mıyım bilmiyorum. Fabrikalara gittiğim gün, ben bazı şeylere cesaret ettiğim gün, mesela sol omzumdan şikâyet etmediğim bir gün, mesela midemden şikâyet etmediğim bir gün belki de faydalı şeyler yazacağım. Ama edebiyat hayat kurtarıyor. Bunu keşke “öylesine” söylüyor olsaydım. Ama ben bunu tecrübe ettim. Hadi hayat kurtaralım. Karolara basarak, hafızadan hatıra devşirerek, küllüğü getirip götürerek, durarak, durarak, durarak. Bazen hayatımı durarak kurtarıyorum ben. Sokağa çıkmaya cesaret edemiyorum. Bu ev beşinci katta, yirmi bir çarpı beş merdivenle çıkılıyor ve Neşet Ertaş şarkı söylüyor. Sol omzum ağrıyor, kitaplarda edebiyat var ve odamda birçok kitap. Hatıram ve hafızam. Ece Ajandam. Bazı tren yolculuklarım.

Trende bir adam vardı, benim hemen çaprazımda oturuyordu. Ankara’dan Eskişehir’e yahut Eskişehir’den Ankara’ya şimdi emin değilim, çok mühim bir işi halletmek üzere seyahat ediyor gibiydi. Onunkinin adı seyahat olmalı, benimkinin adı yolculuktu çünkü. Adamın üzerinde gök mavisi bir gömlek vardı, altında sadece onun gibilerin üzerinde çok ütülü duracak bir pantolon. Çok zarifti adam, eminim hayatının hiçbir döneminde benim kadar hırpani olmamıştı. Saçlarında kepekle dışarı çıkmaktan ödü kopmuştu muhtemelen gençliğinde. Çocuklarının, kendi arkadaşlarına anlatacakları maceralar yaşamıştı eminim ama muhtemelen hiç barikat tekmelememişti. İçmişti ama eminim hiç kusmamıştı. Bazı insanlar böyledir, yaptıkları her şeyi kendilerine çok yakıştırırlar. Aynı gömleği iki kişi giyer, birinde paçavraya dönüşür o kumaş parçası. İşte bu adam hep o diğeriydi. Karikatür olsun diye demiyorum ama eminim jazz dinlemeyi çok seviyordu ve birçok İngilizce şarkıyı doğru telaffuzlarıyla hatırlıyordu. Ben, o sırada yanımızdan geçen arabalı garsondan bir topkek alabilmiştim ancak yolculuğa dair. O, kâğıt poşetinden bile şıklık akan bir café’den sandviç yaptırmıştı kendine. Ben o sandviçi yemeye kalksam, her yerime bulaştırırdım. O ise özenle açtığı koltuk arkası masasında, hiç bulaştırmadan yemeyi becerebiliyordu. Sabahın köründe, evdekileri uyandırmamak için yerine oturmamış iki karoya basmamak gibi bir telaşı olmamıştı hiç onun. Tembellikten ölüp, habire “üçü bir arada” içmemişti hiç. Küllüğü boşaltıp boşaltıp durmamıştı. O adam, işte “o sınıf”ın şahane bir mensubuydu. Oysa ben bütün kusurlarımla, bütün kepeklerimle, bütün kötü kokularımla, üstelik ona benzeyen “huy”larımla, ondan çok uzaktaydım. İkimiz de kitap okuyorduk. İkimizin de elinde bizi aynılaştırmaya niyetli (ve buna kadir) bir nesne vardı. İkimizin kitabı da aynı yayınevinin birer mamulüydü. Merkezi Galatasaray’da olan Yapı Kredi Yayınları’nın mimari tarihini, eskiden etrafında duran binaları falan eminim benden daha iyi biliyordu o. Bir yandan sandviçini, elindeki garip renkli bir peçeteyle ve etrafa hiç bulaştırmadan yerken, bir yandan kitabını okuyabiliyordu. Ben topkek parçalarını çoktan düşürmüştüm kitaba. Muhtemelen sakalımda da birkaç küçük parça kalmıştı. Çöpü nereye atacağımı düşünerek zulmediyordum kendime. O, peçetesini katlayıp şık kâğıt kabın içine koyuyordu. Elindeki kitabı o, muhtemelen kredi kartıyla tek çekim almıştı. Ben ise okul kütüphanesinden aşırmıştım. İkimiz de İlhan Berk okuyorduk o trende.

Ece Ayhan’ın evi yandığında İlhan Berk’in ona ne dediğini hangimiz biliyorduk? Cemal Süreya’nın İstanbul’da kaç kira evi değiştirdiğini? Sezai Karakoç’un maaşını aldığında, yarısını her ay kime kaptırdığını? Bazı apartmanların beş katlı olduğunu ikimiz de biliyorduk da, hangimiz beşinci katta küllük taşımıştık mutfağa? Hangimiz barikat tekmelerken Akif Kurtuluş şiirlerini düşünmüştük?

Edebiyat hangimizin hayatını kurtaracak şimdi?

Onun mu, benim mi?