18 Kasım 2010 Perşembe

53 Defa Ahmet Kaya

İlkokul dördüncü sınıfta “bursluluk sınavı” isimli bir sınava girmiştim. Mahiyetinden şimdi çok emin değilim ama kazanılması durumunda, devletin üç ayda bir öğrencilere harçlık mesabesinde para verdiği bir sınavdı. Hatta gereksizce hatırladığım bir şey daha var; ikamet ettiğim ilçede değil, şehirde, yengemin öğretmen olduğu, bahçesinde plastik panyalı potaların olduğu o okulda girmiştim sınava. Annem kapıda, muhtemelen sigara içerek beklemişti beni. O günler, amcamın bordo renkli bir ajandasını bulduğum, içinde yazılı her şeyi onun sandığım ve evet Ahmet Kaya dinlemeye başladığım günlerdi. Sır burada: Çok şey değişti ama Ahmet Kaya’nın sesi hep durdu arkada. Hayatım Ahmet Kaya şarkıları parantezine alınsa, “çok” değildir yani. Artık annem sınavlarda sigara içerek beni beklemiyor, ben kardeşimi bekliyorum, sigara içerek. Amcamı yıllardır görmedim, o defterde yazılı olanların ona ait olmadığını çoktan anladım. Panyalı basketbol potalarına da özenerek bakmıyorum mesela. Ama Ahmet Kaya’yı halen dinliyorum. Girdiğim o bursluluk sınavının sonucunda, “devlet”in bana verdiği ilk parayı gidip sınıf arkadaşım Halil’in kasetçi dükkânından, o zamana dek çıkmış 11 albümünün tamamını küçük bir karton içine koyarak aldığım ve günlerce, aylarca ezberleyerek dinlediğim o adamı, Ahmet Kaya’yı halen dinliyorum. Bunun adı “hayat parantezi” değilse nedir?

İlk edindiğim albümün “Resitaller 2” olduğundan çok uzun yıllar emindim. O albümü, aralardaki konuşmalar, alkışların gireceği yerler falan da dâhil olmak üzere ezbere bilirim zaten. Lakin yakın zamanda, nedense içime bir kurt düştü; o 11 albümü almazdan evvel “Resitaller 2”yi kendim edinmediğimi, sanırım amcamın kasetleri içinden bana geldiğini fark ettim. Bu bilgiyi, bu konunun muhatapları olan hiç kimse benim kadar ciddiye almamış olduğu için, kimseye doğrulatamadım ama halen “ilk göz ağrım” diyebileceğim albüm odur. Bile isteye yanlış hatırladığım bir şey daha var, Resitaller’den birinde “Bir halk müziği söyleyelim mi?” der, alkışlar girer, ardından “Odam Kireç Tutmuyor” der ve şarkıya girer. Vurguları hangi hecede yaptığına kadar her şey hafızamda kayıtlı olduğundan, ne zaman bir yerde “Odam Kireç Tutmuyor” dense, içimden onu Ahmet Kaya söyler yıllardır. O kadar çok şeyi yıllarca içimden ona söylettim ki, bazı zamanlarda şarkılarını dinlemekten imtina ettim bilerek. Biri mesela “zulüm” diyordu, içimde hemen onun entonasyonuyla tekrar ediyordum “zulum” diyerek. Zulüm kelimesini yanlış söylerdi Ahmet Kaya; noktasız telaffuz ederdi “zulum” şeklinde. Eşi Gülten Hanım’ın bu durumla ilgili “Ahmet’i taklit edenler, onun bazı kelimeleri yanlış söyleyişini de taklit ediyor ve bu durum komik oluyor.” minvalinde söylediklerini anımsıyorum. Aklıma “zulum” deyişi gelmişti, bir zaman söylemekten çok hoşlandığım bir tespitti de bu: Zulme bu denli muhatap olmuş bir adam, belki de bilinçdışı olarak kelimeyi reddediyordu. Şimdi çok parlak bulmuyorum bu tespiti ama bu defa da içimden Kürtçede de kelimenin “zilm” olduğunu geçiriyorum. Ve merak ediyorum: “Zilm”ı doğru telaffuz edecek miydi acaba?

O teypten daha evvel de söz ettim ama asıl şimdi söz etmeliyim. Anadolu Lisesi’ni kazanmamın hediyesi olarak, büyük, kara bir teyp almıştı bana annem. Büyük bahçeli evden, apartman dairesine taşındığımız yıldı ve nedense mutfakta duruyordu o kara teyp. Henüz bir “oda” olgusuna ailece yabancı olduğumuz zamanlar olmalı onlar; çünkü yıllarca üç aile bir arada, koca bir bahçenin içinde, üç ev olarak yaşamıştık. O teyp de, henüz benim odama girecek kadar benim olmamıştı muhtemelen ve bu yüzden de mutfakta duruyordu. Kartonunu özenle koruduğum ve her defasında kasetlerin çıkış tarihine göre dizdiğim [Ağlama Bebeğim – Acılara Tutunmak – An Gelir – Şafak Türküsü…] albümleri teybin yanına bırakır, okuldan döndüğümde o günlerde hangi albümü çok dinliyorsam onu takar ve gün içinde defalarca çevirerek dinlerdim. Doksanların ilk çeyreğiydi; gidenin bir daha dönmeme ihtimalinin çok sıradan olduğu, bazı eve dönüşlerin her seferinde nümayişle karşılandığı, hayatımızın seslerinden en belirleyicisinin kurşun sesi olduğu zamanlardı onlar. Ve biz, “Emniyet Sarayı”na çok yakın bir yere taşınmıştık, üstelik bahçeli ev de “Çarşı Karakolu”nun hemen arkasındaydı. Bir akşam, ben gene mutfakta ama bu sefer ışıklar kapalı halde “Sevgi Duvarı”nı dinlerken büyük bir gürültüyle sarsıldık. Annem odadan bana, mutfağa koştu ve hemen evin en güvenli yeri olduğunu düşündüğümüz yüklüğün önünde beklemeye başladık gene. Sesler giderek şiddetleniyordu, kurşun seslerini ayırt edecek duruma gelmiştik tecrübelerimizden zaten de, bu seferki başkaydı, daha büyük sesler geliyordu. Bilen bilir, çatışma çıktığı anda, o şehirdeki bütün sesler kesiliverir ve o zaman anlarsın aslında başka başka sesleri duyuyor olduğunu. Mesela yan dairedeki televizyonun sesi kesiliverir, sokaktaki arabanın kornası çalmaz olur ve mümkünse bir yerlerde kontağı kapatmıştır zaten şoförü, hayvanlar aniden susar, bütün her yer nefes alıp vermelerden mürekkep kısık bir ses dönüşür adeta ve sadece kurşun sesini dinlersin. İşte o sessizliğin içinde, yüklüğün önünde bekleşiyorken “Doruklara Sevdalandım” diyen adamın sesidir Ahmet Kaya. İşte o sessizlikte “Eylül’de İsyan Gibi” demiş adamın sesidir. İşte o an, aceleyle kapatılamamış kara teypten, sesi kurşun seslerine karışan adamdır Ahmet Kaya. Annem bana kızıyordur: “Oğlum Ahmet Kaya yüzünden başımıza bela açacaksın.” Yüklüğün önünde o söylediği şeyin korkusunu yıllarca taşıdı annem. Anneler belki de bu yüzden biraz kızarlar Ahmet Kaya’ya. Çocuklarının “zulum” karşısında, “bela”dan korkmadan durmalarının “ilk sesi” olduğu için.

Dünya gözüyle Ahmet Kaya’yı görmedim ben. Teyp, televizyon, hoparlör vs. gibi bir aracı olmadan sesini hiç duymadım. Onu gören, dinleyen, duyan, konuşan, sohbet eden insanları yıllarca kıskandım. Amcamlar 93’te İstanbul’a “taşınmıştı” ve o günlerde Ahmet Kaya’yı birlikte dinlediğimiz amcamın oğlu Harbiye’de, Açık Hava’da konserine gitmişti. Yazın yan görüştüğümüzde, konserin nasıl olduğunu anlatmıştı uzun uzun. Ben bir yandan onu boğmak istiyordum, bir yandan da “En azından o dinleyebildi” diye düşünüyordum. O günlerdeki sıra arkadaşım Abdulhalim de bana “Konuşman da giderek Ahmet Kaya’nınkine benzedi.” dediği için, onu en yakın arkadaşım ilan etmiştim kendime. “Ahmet Abi’nin Vapuru”nun Kanal D’de yayımlandığı günlerdi aynı zamanda o günler. Bir gün okul servisinde gene bir Ahmet Kaya kasetini insanlara zorla dinletiyorken, bir sınıf arkadaşım “Ben Alihan’ı seviyorum.” demişti. Âşık olup Alihan’dan “Sevda Mevsimi” dinleyenlerle, hem devrimci hem âşık olup Ahmet Kaya’dan “Sabır Kalmadı” dinleyenlerin yan yana olduğu bir sınıfın öğrencileriydik. Ben “Sevda Mevsimi”ne burun kıvırmıştım gene ve sormuştu o arkadaşım: “E sen nasıl şarkılar seviyorsun?” Cevabı çok aramamıştım, şimdi hatırlarken gülünç geliyor ama o zaman başıma “bela” olmuştu: “Dağlara yazılan şarkıları”. Çünkü “Şarkılarım Dağlara” çalıyordu hayatımın fonunda. Birkaç gün sonra müzik dersinde, arkadaşlardan birinin icra ettiği “Sevda Mevsimi”ne gene burun kıvırmışken, o arkadaşım gayet iyi niyetle, sonradan televizyondaki saçma müzik yarışmalarından birinde göreceğim ve o günlerde okul korosunu “10 Kasım’da Atatürk Şarkıları”na hazırlayan müzik öğretmenine beni kastederek, “O dağlara yazılan şarkıları seviyormuş hocam.” deyivermişti. Karakola götürülmediysem sebebi babamın, beni suçlayan insanlarla aynı meslekten oluşuydu. Ama gene de “Bir öğretmen çocuğuna hiç yakıştıramamışlardı” o söyleneni ve ben birkaç gün okula gitmeyerek Ahmet Kaya dinlemiştim. Eski Kurtuluşçu babam da Ahmet Kaya dinlememe kızmaya başlamıştı artık ve o ses benim hayatımda çalmaya devam etmişti. Babamla yaşıt o adamın 43 yaşında bu dünyadan göçmesine sebep olan herkeste ahım var. O ah ömür boyu boğazlarını sıksın. Ben ve bana benzeyenlerin öfkesinden kaçacak delik arayamasınlar. Biz, dağlara söylenen şarkıları dinleyerek büyüdük çünkü. “Bunu bilsin insanlar”.

Bu yazdığım şeyi yazmayı ben yıllardır düşünüyorum. Ne kadar yazsam, ne kadar anlatsam “Oldu” diye düşünmeyeceğim, bir kez daha anladım. Yazının başına oturamayaşımın iki sebebinden biri buydu zaten, ne anlatırsam zaten olmayacak duygusu. İkincisi daha teknik bir sebepmiş, bu defa anladım; yazıya oturmadan evvel Ahmet Kaya şarkıları dinliyordum ve olmuyordu. “Sabır Kalmadı” çalıyorken, ben ne yazabilirim ki? Bu defa dinlemedim ve yazabildim. Sesiyle, “Ekin idim oldum harman/ Savursunlar yele beni” deyişiyle hempam olan Sümeyra’nın adını anmalıyım. Aynı Sümeyra “Derdim küçük amma derdim ziyade” de diyor çünkü günlerdir bu odada.

“Metris” nereye düşer bilmiyorken, Metris için söylediği şarkıları dinlediğimiz Ahmet Kaya yaşasa birkaç gün evvel babamla hâlâ aynı yaşta olacaktı. Ben okuldan döndüğüm bir öğle arası, marketin televizyonundan ölüm haberini almamış olacaktım. Şivan Perwer onun mezarının başında o şarkıyı söylememiş olacaktı. O “Şarkılarım Dağlara” derken bizi de dağlara şarkı söylemeye çağıran sesi halen şarkı söylüyor olacaktı. Ben belki onun bir konserine girmek için sıra bekleyecektim yaşasa babamla halen aynı yaşta olacak Ahmet Kaya. Belki bir konserinde slogan atacaktım, belki bir rakı masasında ona ortaokulda onun şarkıları yüzünden başımın belaya girdiğini anlatacaktım. Öfkemizin güzel sebebi olan Ahmet Kaya şimdi 53 yaşında. Biz “zulum”un değil, mazlumun da 53 yıl yaşayabildiğini biliyoruz. Mazlumun öfkesinin de. O daha çok 53 görecek. Bizim öfkemiz de. Ahmet Kaya şimdi 53 yaşında.

Biz, onun bizi düşürdüğü bir aşkın narında yanıyoruz halen.