İşte yine baş başayız dut ağacı. Bu yaz yaşadığım en güzel
şey seninle ilk bakışmamızdı. Çünkü bazı zamanları sadece dut ağaçlarının
altında tekrarlayabildim ben. Köydeki yazları mesela. Ceviz ağacı olsaydın bana
babamın türkülerini getirirdin. Gölgende söylediği uzun havaları. En çok Huma
Kuşu’nu hatırlatırdın. Kirpikleri ıslanan mıyım, deli gönlü uslanan mı diye
sorardım. Ama sen dut ağacısın, torunlarını sırtında gezdiren dedemin çocuk kahkahalarını
duyurabilirsin kalbime. Yaz günlerinin serin şenliğini, bahçelerde geçen, iş ve
oyunun birbirine karıştığı dingin zamanları sende bulabilirim. Yazı ve
sonrasını sana anlatabilirim.
Bu yazlardan birinde, ben yılanı gördüm. Yedi sekiz
yaşlarındaydım. Balkonda, asmanın altında oyuncaklarım vardı. Onları almak için
balkona çıktığımda yılan da oradaydı. Oyuncaklarımın arasında uzanmıştı öylece.
Upuzun, simsiyah.
Bağırdım. Oyuncaklarımın her biri bir yana savruldu.
Gitmişti.
Daha sonraları da başka yılanlar gördüğüm oldu. Ama hiç
korkmadım. Öylece baktım sadece arkalarından. Galiba bütün korkumu ilk
karşılaşmada tüketmiştim. Korkumdan geriye taşların arasında kayıp gözden yiten
yılanın sırrı ve izi kalmıştı. Artık onu sevebilirdim. Günlerce balkonda oturup
fısıltısını duymayı bekledim. Bütün bir yaz boşuna bir bekleyişle geçip gitti.
Sonra güz ve ardından da kış geldi ki ikisi arasında pek
fark yoktu o zamanlar benim için, biri diğerinden daha soğuktu o kadar. Yazın
bitmesi, okulun başlaması demekti. Köyden ayrılmak, uzakları özlemeye, hayal
etmeye başlamak demekti. Güneşten sakınma çabalarıyla boy sırasında bitmeyen
dikilmeler başlardı yaz bitince. Okul vakti. Eylül, aynı zamanda, kesildikçe
beyaz fayanslara yayılan ve sonra bir seferde süpürülüp yok edilen saçlarımın
yarısıydı. Tam da uzamaya başlamışken ayrılırdım onlardan. Bu yüzden hep
kısaydı saçlarım, hem de çok ama çok kısaydılar. Annem her okul zamanı kolumdan
çekiştire çekiştire mahalledeki kuaföre sürüklerdi beni. İlk zamanlar edepsizce
direndiğim bu seremoniyi zamanla kabullendim, yerdeki saç ölülerine basmadan
geçip gitmeyi bildim. Hikâyeyi ezberlemiştim artık: Birazdan makas kulağıma
değecek ıslak ve soğuk bir dil gibi sinir edecek beni. Yine de kırp kırp
sesleri eğlenceli gibi. Az kaldı. Bitmek üzere. Evet bitti işte. Şimdi fırça
ensemde turlayacak bir iki. Hafif bir gıdıklanma, tozlu kaşıntı. Bu da tamam.
Son aşama fön makinesi oluyor. Biraz yakıyor ama kısa sürüyor, sorun değil.
İşte bu da bitti. Tek yapmam gereken aynadaki kendimle göz göze gelmeden geriye
kalan saçıma şöyle bir bakış atabilmek. Evet, oldu. Baktım, bitti. Bir daha
uzamayacak, uzayamaz! Böylece sürekli kesilen saçlarımın bundan böyle kesilmese
de uzamayacağına inanmaya başladım. Ha kısa, ha daha az kısa. Kesilip
kesilmemeleri arasındaki fark güz ve kış arasındaki fark kadardı benim için. Hâlâ
da öyle.
(Bilenler bilir, bütün çocuklar bitlenir ama yoksul kız
çocukları hep kısa saçlıdır.)
Bütün bu işkence, annemin beni okula teslim etmeden önce
steril hâle getirme sürecinin bir parçasıydı. Mavi
önlük, beyaz yakalık, özenle ciltlenmiş pırıl pırıl kapaklı defterler,
etiketleri bile ışıldıyor. Renkli kalemler, kokulu silgi, hepsi de itinayla
yerleştirilmiş. Fakat zaman geçtikçe nesneler yoksulluğu gizleyemez olur. Daha
ilk günden adım gibi emindim ki, dönem sonu gelmeden o defterler ortadan
ayrılacak, sayfa kenarları kıvrılıp üst üste binecek. Ciltlerin rengi ağardıkça
üzerlerindeki güzelim çiçekler de solacak ve ben hiçbir şey yapamayacağım
bunlar olurken. Kalemlerin yarısı birer birer yitip gidecek. Kalan yarısı ya
kırılacak, ya küçülüp iş görmez olacak. Silgi zaten ilk günden kaybolacak.
Hatta eminim annem yeni bir tane daha alacak, boynuma asacağım onu ince bir
iple ve fakat onu da bir şekilde kaybetmeyi başaracağım. Bu sefer annem kocaman
bir silgi alacak kırtasiyeden ve her gün bir parça kesip verecek bana “Al
çocuğum bugün bunu kaybet,” diyecek sinirleri bozulmuş bir hâlde. Anne şimdi
bana çok kızıyorsun ama ileride bir gün büyüyüp üniversiteye gittiğimde seni
tanıştırdığım bütün arkadaşlarıma küçükken ne kadar şaşkın ve sorumsuz olduğumu
kendine özgü espri anlayışınla dile getirirken bu silgi hikâyesini bin beş yüz
kere anlatacaksın. Hızını alamayıp ikinci sınıftayken mi ne nasıl olduysa artık
çantamı okulda unuttuğumu da anlatacaksın sonra. Beslenme çantası değil,
bildiğin okul çantası yani. Yeri gelmişken, dokuz yaşımdayken kardeşimi parkta
unutup eve geldiğimi ve onu sokak sokak aradıktan sonra en sonunda semt
karakolunda bulduğumuzu da anlatmazsan darılırım vallahi. Sen bunları anlatırken
hep birlikte güleceğiz şaşkınlığıma, aklı bir karış havadalığıma. Sen,
arkadaşlarım, ben. Karnımız ağrıyacak gülmekten. Sen göbeğini hoplatırken ben
tiz kahkahalarla vokal yapacağım sana. Arkadaşlarım da çok kafa zaten, onlar da
bayılacaklar gülmekten. Kolektif krizlere doğru, çok eğleneceğiz anneciğim.
İşte böyle bizim kız da daha o zamandan belliydi leyla olacağı yani. O zamanlar
da aynı böyleydi. Aynı leylaydım evet. Eşyalarına da kardeşine de sahip
olamayan sakar bir leyla. Kendine karşı da bir o kadar kayıtsız, dalgın, değil
mi anne: Bir keresinde, dört yaşında filan olmalıyım, evden çıkmak üzereyiz,
sen kapıyı çekiyorsun, kapanmıyor. Tekrar deniyorsun, daha hızlı çekiyorsun, olmuyor.
Allah Allah. Sonra bir bakıyorsun, benim elimin dört parmağı kapının arasında öylece
duruyor, yüzümde ne olduğunu anlamamış alık bir ifade, bakıyorum sadece.
Canımın acısını bile görmüyorum. Seninle birlikte çözmeye çalışıyorum kapının
neden kapanmadığını. Belki de yine bir hayal koymuşum gözümün önüne, onu
kovalıyorum. Kapı kapanamazken bir yerlere dalıyorum. Ellerimi oralarda
unutuyorum. Sen öpene kadar parmaklarımın acıdığını anlamıyorum. Sen öptükten
sonra morardıklarını fark ediyorum ve ağlamaya başlıyorum.
Neden bu kadar dalgındım acaba anne? Neden sürekli bir
şeyleri unutuyor, kaybediyordum? Derslerim iyiydi ama ben pekiyi değildim
galiba. Nerelerdeydim acaba? El yazısıyla yazdığı şiirler hep sınıfın güzel
yazı köşelerine asılan ben, defterlerimi neden hemen kirletiyordum? Daha dönem
bitmeden yırtılıyor, kırışıyorlardı. Silgiler kayboluyor, kalemler kırılıyor,
fasulyeler etrafa saçılıyor, pastel boyalar esrarengiz bir biçimde birer ikişer
eksiliyor, yakalığım hep aynı yerden sökülüyor, çantama tebeşir tozu bulaşıyor,
her şey durmaksızın deforme oluyor, dağılıyor, ya da tamamen yok oluyor ve
derken bir sabah, ben en öndeki sıramda otururken ilk dersin başında, sınıfın
ortasına yeşil, yemyeşil bir şeyler kusuyorum. Öğretmen tiksintiyle bakıyor hâlime,
burnunun kenarında sinirli bir titreme. Bütün öğrenciler önce şaşırıyor, sonra
gülüşmeler, kikirdemeler, ben tuvalete gönderiliyorum hemen. Arkamdan
kahkahalar yükseliyor. Ama utanmıyorum, umursamıyorum, tersine, hafiflemiş
hissediyorum kendimi. Bütün kaybettiklerimi içimdeki kuyuda biriktirmişim meğersem
ve tek hamlede hepsini kusarak kurtulmuşum onlardan, daha ne isteyim ki.
Utanmıyorum. Kusmak ayıp değil, kaybetmek hiç değil. Ayıp da değil, komik de
değil, yoksullukla ilgili de değil.
Önlüğüme bakıyorum aynada, mavi ve yeşili güzel buluyorum.
O sınıfta, o sırada oturduğum yıllar boyunca zulme uğramanın
sıradan bir şey olduğuna inandım. Ben de onlardandım. Bir keresinde dersle
ilgilenmeyip defterimin kenarına resim çiziyormuşum, ötekilerin nasıl olduğunu
bilemeyeceğim şimdi. İşte defterimin kenarına resim çiziyordum, bir tavşan, bir
kedi, çiçeklere devam ederken “Ne yapıyorsun sen?” dedi öğretmen. Çalışırken
rahatsız edilmek istemediğimi söyleyemezdim ben de tabii. Önce sol kulağımı
çekerek başımı kendisine çevirdi, doğru açıyı bulunca “Çat!” diye koydu tokadı.
Dursun diye bir kız vardı, La
Fontaine masallarını işlediğimiz bir derste, öğretmen “fabl”ın ne olduğunu uzun
uzun anlatırken Dursun’un onu
dinlemediğini fark edip “Fabl nedir?” diye sordu. Dursun da bilemedi fabl fabl baktı öğretmenin yüzüne. Ben içimden “Hayvanları
konuşturma sanatı,” diye cevapladım. “Hadi Dursun, beni duyabilirsin
söylediğimi aynen söyle sen de, duy beni,” dedim. Olmadı. Öğretmen soruyu
defalarca sordu. Ben defalarca içimden bağırdım Dursun’a. Dursun beni
duymadı. Öğretmenin her soruşunda ensesine, yüzüne, başına değişik açılardan farklı
tonlarda tokatlar yağdı Dursun’un.
“Fabl nedir? Cevap ver nedir fabl?” Neden bütün hayvanlar dile gelip hep bir
ağızdan Dursun’un yerine
cevaplamıyordu bu soruyu? “Konuşursak fabl olur!” demiyorlardı mesela. Neden
biz de hayvanlar gibi suskunduk?
Biz derken bütün öğrencileri kast etmiyorum. Müsamerelerde sahne
alamayan, önlükleri hep biraz büyük ya da fazlaca küçük gelen sessiz çocuk
koromuzu kast ediyorum. Veli toplantılarının bilinçli ebeveynleri olan iyi
eğitimli ve tırnakları manikürlü annelerle çevrili değilizdir biz. Her eylül
tatilde ne yaptınız konulu Türkçe ödevinde köyümüzü anlatırız mesela. Şarkıdaki
köy, bizim köyümüzüdür yani. Biz, derken sınıftaki sınıftan söz ediyorum.
Unutmuyorum. Ve bir şekilde anlamak istediğimi de unutmuyorum. Gerçekten hak
etmiş miydik, kafaya inen kitapları, fırlatılan tebeşirleri, bileğimize vurmaktan
eğrilen plastik cetveli? Resimler ve konuşan hayvanlardan başka şeyler
gerekliydi bunları hak etmiş olmak için. Düşündüm ve beşinci sınıfın ortasında
bir karar verdim.
Her yıl, okulun ilk ayında öğretmen, öğrenci kollarını
seçerdi. Ben hiç sınıf başkanı ya da başkan yardımcısı olmadım. Olmayı
istemedim de. Bir tek hayalim vardı, kitaplık kolu olmak. Kitapları özenle
yerleştirmek, listelemek, takip etmek, gerekirse onarmak, yeni kitaplar
alınmasını sağlamak gibi ideallerim vardı bununla ilgili. Ama galiba kitaplık
kolu olmayı bu kadar istememdeki asıl sebep bitmek bilmeyen bir okuma açlığı
çekmemdi. Evde bir kitaplığımız yoktu çünkü. Kitap için para harcamak da pek
mümkün olmuyordu. Çok az kitabım vardı ya da elimdekiler bana hep az geliyordu.
Sınıf kitaplığındaki kitapların değerini benden daha iyi bilen olamaz
sanıyordum. Ve biliyordum, öğretmen yine beni seçmeyecekti. Beklediğim gibi
oldu, öğretmen bu özel göreve yıldızlar takımından iki öğrencisini atayıverdi
hemen. Daha parmağımı kaldırmamıştım bile. Bana uygun görülen de tüketici
koruma kolu olmakmış. Beni onore ettiniz gerçekten. Teşekkürler. Bundan böyle
hayatımı tüketicileri bilinçlendirmeye adayacağım. Bilinçli bilinçli tüketin
ulan diyeceğim.
Pal Sokağı Çocukları’nı
o dönemde okudum. En az yılanı beklerkenki yaz günleri kadar yapayalnız olduğum
zamanlardı. Annem erkek çocuklarla oynamama izin vermezdi o yaşlarda. Bense
çoktan bu maceraperest çocukların çetesine katılmış, onların dünyasına karışıp
gitmiştim. Dövüşüyor, mücadele ediyor, kahraman oluyorduk birlikte. İlk defa
bir kitapla örgütlendim. Beşinci sınıfın sonunda, kararımı uyguladım. Son hafta,
kitaplıktan Pal Sokağı Çocukları’nı ikinci
kez aldım. Çantama koydum. Eve götürdüm. Geri vermedim. Beş yıl boyunca yediğim
dayakların bir anlamı olmuştu böylece.
Ben artık Dursun’a
ve diğer çocuklara, yani bize, yani sınıftaki sınıfa, o sessiz koroya, içimden
fısıldayarak seslenmek istemiyorum.
Bunları özellikle sana anlatıyorum dut ağacı. Beni ormanın
kalbiyle dinleyebilirsin çünkü. Anlattıklarımın hepsini gördün, burada olduğun
gibi oradaydın, biliyorum, penceremin önünde peyda olman boşuna değil.
Bir yandan da senin yaralı tarihinle özdeşleşmenin yollarını
arıyorum. Çünkü senin de kardeşlerine kıydılar, masalını talan ettiler. Tanığınım,
unutmadım. Daha dün Dersim’li kadınları gördüm, sular altında bırakılan ziyaret
yerleriyle birlikte boğulan dut ağaçları için ağıtlar yaktılar, âh ettiler
onlar. Bu yüzden bana çocukluk anılarımı hikâye etmiyorsun sadece, duyuyorum,
türlü yangınlardan haber getiriyorsun. Bizim ortak yazgımızı dillendiriyorsun.
Seninle her bakışmamızda hayal etme kuvvetim yenileniyor, faşist öğretmenleri kovalayacağımız
günlere inanıyorum. Yeryüzünün bütün ve öteki çocuklarıyla beraber.