12 Mart 2012 Pazartesi

Müstesna'ya

Seninle aynı apartmanda oturuyorduk rüyamda.
birbirine yarenlik eden iki ev kadınıydık.
yalnız yaşıyormuşsun sen.
akşamüstü sana çaya geliyorum, sohbetin koyusundayken sevgilin var mı diyorum
bana sırrını açıyorsun:
her gece geliyor, sabah olmadan gidiyor. kimseye söyleyemem, benden çok genç. ama bilsen nasıl seviyoruz birbirimizi.
öyle mi diyorum, susup bakışıyoruz. aşktan ağlayacaksın neredeyse, gözbebeklerin bin parça.
sonra ben eve geliyorum, bir adam, iki çocuk; biri kız biri oğlan.
üzerimde mavi bir elbise var. çocuklara annelik etmeye çalışıyorum.
ama adam beni huzursuz ediyor. sarılıp öpüyor dudaklarımdan. çocuklar var. kendimi çekip uzaklaşıyorum.
odanın penceresi açıkmış. ne tuhaf, perdenin tülü siyah. rüzgar onu öylece bir içeri bir dışarı sallıyor. öylece.
içimin sıkıntısına bir sigara yakıyorum.
adam bana çocukların yanında içmesene şunu diyor.
pencere açık diyorum yüzüne bakmadan.
ama o üstüme yürüyor.
ben geriledikçe daha çok.
beni aşağı atacak, beni aşağı atıyor, böyle mi düşeceğim? böylece.
rüyanın sonunda sokağı görüyorum.
düştüğüm yerde mavi elbiseli bir bez bebek var.
sen geliyor ve orada buluyorsun onu. bitiyor.

6 Aralık 2011 Salı

Şiro'nun Ateşi Yeniden Özgür

*Bu yazı, 12 Kasım 2011'de Milliyet Kitap'ta yayımlandı.

Gündemdeki “90’lara mı dönüyoruz?” tartışmalarının üzerine 90’ların ortasından Kürt meselesi hakkında yazılmış bir roman çıka geldi: Mahmut Alınak’ın yazdığı Şiro’nun Ateşi, 90’lı yılların Türkiye’sinde yazarın ifadesiyle “haritadan silinmesine karar verilen binlerce köyden biri” olan Bana köyünün romanı. Kitap, okuru yakın tarihin gözden uzağa itilmiş olaylarından birini bugün gelinen noktayla birlikte yeniden düşünmeye çağırıyor.

Türkiye siyasetinde Kürtler’in temsiliyeti ve Kürt sorunu üzerine kitapları bulunan Mahmut Alınak, aynı zamanda Nazo, Ateşte Yıkanmak ve Tarihin Çarmıhında “Güneş Ülkesi” romanlarının yazarı. Şiro’nun Ateşi ise yazarın dördüncü romanı. Bir adalet arayışının öyküsü olan romanın kendisi de uzun süren hukuki mücadelenin sonucunda yayımlanabildi. 1996 yılında yayımlanan kitap, Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından sakıncalı bulundu. Okurların yoğun ilgisinden dolayı birkaç gün içinde ilk baskısı tükendiği için toplatılamadı fakat ikinci baskısını yapması engellendi. Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan dava sonucunda yasaklama kararının hukuki olmadığı sonucuna varıldı ve böylece on beş yıl gibi uzun bir aradan sonra Şiro’nun Ateşi okurla yeniden buluşabildi.

1952’de Kars’ın Digor ilçesinde doğan Mahmut Alınak avukatlık da yapmış olan bir siyasetçi. Yazarın Şırnak milletvekilliği sırasında tanık olduğu olaylar ve bölgeye dair izlenimleri romanın ortaya çıkışında doğrudan etkili olmuş. Bunların başında da 1993 yılında Şırnak’ın Güçlükonak ilçesine bağlı Bana köyünde yaşananlar geliyor. Alınak, kitaba yazdığı giriş notunda abartılı bulunup inandırıcılığına gölge düşürür kaygısıyla romanda bazı olayları eksik anlattığını belirterek Banalılar’dan özür diliyor ve kitabı onlara ve tüm ezilenlere adadığını ifade ediyor.

Bana köyünden Ankara’ya uzanan romanın başından sonuna kadar her şey okurun gözleri önünde olup bitiyor. Anlatılan, yoksulluk, işkence ve ölümle iç içe yaşayan insanların hikâyesi ve bu hikâye, okuduğumuz gazete haberlerinden daha gerçek. Romandaki insanların dünyasında, acı ve zulüm kadar varlığı hissedilen bir başka hakikat daha varsa o da umudun ta kendisi. Ana karakterlerden Avdo, köyündeki diğer insanlar gibi umudu yüreğinde ve hayatın kendisinde buluyor. Bir sahnede Mızrak Teğmen ona ve insanlarına zulmederken, o umuduyla direniyor: “Nasıl ki kocaman buz dağları zamanı geldiğinde yok olup gidiyorsa, bu zulüm de bir gün mutlaka sona erecekti”.

Roman boyunca köylülerin yaşadıkları zulme birbirlerine tutunarak direndiğine tanık oluyoruz. Söz konusu direnişin beslendiği kanallardan biri de kültürel bellek kavramıyla ilgili. Banalılar bütün bu acılar karşısında ortak düşlerinden kuvvet alarak hayata bağlanabiliyor. Bana halkına özgü mitolojik inançların yer aldığı bu anlatımlar, kolektif ruhun gücünü yansıtıyor. Örneğin, bunlardan birinde askerlerin köylüleri elleri ve gözleri bağlı olarak karakola götürürken bir tilkiyle karşılaşması anlatılmakta: “Askerlerden biri, kendilerini süzen tilkiyi işaret parmağıyla gösterip, ‘Komutanım, tilki!’ diye seslendi. Banalılar bunu duyunca gizli bir sevinçle ürperdiler. İnanışlarına göre tilki uğurlu bir hayvandı, şans getirirdi”. Uğurlu olduğu var sayılan tilki, köylülerin en zor zamanlarında dahi kültür ve inanışları üzerinden duygu birliği kurduklarını gösteren simgelerden biri. Anlatının önemli noktalarında ortaya çıkan ve Banalılar’ın ‘teyrê sîmir’ adını verdikleri kartal da tıpkı tilki gibi uğur getireceğine, onları kurtaracağına inanılan mitolojik bir varlık, halkın kurtuluş umudunu temsil ediyor.

Son olarak ana karakterlerden Avdo’nun haykırışı, bir slogan gibi romanın içinden kalbimize yükseliyor: “Mazlumların rızası oldukça zalimlerin zulmü de olacaktır!” Şiro’nun Ateşi, Kürt sorununu insanlığın geneli için geçerli olan ezen ezilen karşıtlığı çerçevesinde ele alıyor. Kardeşlik düşüncesini savunan yazar, insan onurunun üstünlüğünü vurgularken zulme uğrayan bütün halkların acılarının ortak olduğuna dikkat çekiyor.  




24 Kasım 2011 Perşembe

Psikoz Büyücüsü



Çok severek izlediğim Oz Büyücüsü filmi üzerine pek bi derin düşüncelere daldıktan sonra filmdeki baş karakterlerin bize ruhsal arızalarımız hakkında bir şeyler söylediklerine kanaat getirdim. Belki filmi hâlâ bayılarak izlemem de bununla ilgili olabilir.
Korkuluk’tan başlayalım: İçi samanla dolu bir bedeni var. Enerjik, hoplamayı zıplamayı seven bir tip. Fakat her an darmadağın olabilir. Teneke Adam ise tam tersi. Sert ve ağır. Ama içi boş. İkisi birbirini tamamlıyor. Kusurlarımı ve korkularımı perdelemeye çalışırken ben de bazen Korkuluk, bazen Teneke (M)adam olabilirim.
Eğer Korkuluk’sam, tehlikelere açığımdır. Rahat ve neşeli tavırlarımla özgüven depolarım. Ama küçük bir tökezleme samanlarımın ortalığa saçılmasına yetebilir. Kendimi toparlamam, yeniden bütün olmam uzun zaman alabilir. Bu kadar kolay içimin dışıma çıkması beceriksizliğimle ilgilidir. Bir de bazen tek bir kıvılcım beni dehşete düşürebilir. Onu söndürmek için panik halinde çırpınırken yok yere kendimi tutuşturabilirim.   
Teneke Adam olursam, demirden gövdeme güvenip bana bir şey olmaz diye dolanabilirim ortalıkta. Üstelik pek de havalı yani işte “cool” bulabilirler beni. Ancak yavaş yavaş paslanmaya başladığımda yalnızlığın bir zırh olmadığını anlarım. Gövdem bomboş bir tenekedir ve rüzgâr sanki içimde esmektedir. Soğuk ve pas giderek hareket etmeme engel olur. Üzerim yosunlarla kaplanmaya başlar.
Aslan Yürek üzerinde durmuyorum. Anne rahmine geri gönderilmesi gerekiyor.
Bir de Batının Kötü Kalpli Cadısı olmak ihtimali var. O kırmızı pabuçların elbiseme uygun olmadığına biri beni ikna etmezse kötülüklerim devam edecektir. Cadıyım diye ön yargıyla yaklaşanlara sitem ederim. Göründüğüm kadar fesat, art niyetli ve zalim değilimdir. İnatçıyımdır esasen. Ayrıca her kadın gibi ayakkabı takıntım vardır benim de. Olsundur o kadar. Ama olmaz işte. Suda erir, basitliklerde boğulurum.
Oz Büyücüsü olmak istemem. Çünkü Oz Büyücüsü kendisinden medet umanları kandırarak popüler olan narsist bir ihtiyardır.
Dorothy'e gelince: Filmdeki en hastalıklı karakter ta kendisidir bence. Aslında bütün olanlar gördüğü bir düştür. Yani bu fantastik hikâye, safça bir kızcağız olan Dorothy'nin hayal dünyasından çıkmıştır. 
Sen de az şizofren değilsin Dorothy.

18 Kasım 2011 Cuma

Dilsiz Geçmiş Zaman

                                                                                                                     
İşte yine baş başayız dut ağacı. Bu yaz yaşadığım en güzel şey seninle ilk bakışmamızdı. Çünkü bazı zamanları sadece dut ağaçlarının altında tekrarlayabildim ben. Köydeki yazları mesela. Ceviz ağacı olsaydın bana babamın türkülerini getirirdin. Gölgende söylediği uzun havaları. En çok Huma Kuşu’nu hatırlatırdın. Kirpikleri ıslanan mıyım, deli gönlü uslanan mı diye sorardım. Ama sen dut ağacısın, torunlarını sırtında gezdiren dedemin çocuk kahkahalarını duyurabilirsin kalbime. Yaz günlerinin serin şenliğini, bahçelerde geçen, iş ve oyunun birbirine karıştığı dingin zamanları sende bulabilirim. Yazı ve sonrasını sana anlatabilirim.

Bu yazlardan birinde, ben yılanı gördüm. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Balkonda, asmanın altında oyuncaklarım vardı. Onları almak için balkona çıktığımda yılan da oradaydı. Oyuncaklarımın arasında uzanmıştı öylece. Upuzun, simsiyah.  
Bağırdım. Oyuncaklarımın her biri bir yana savruldu. Gitmişti.
Daha sonraları da başka yılanlar gördüğüm oldu. Ama hiç korkmadım. Öylece baktım sadece arkalarından. Galiba bütün korkumu ilk karşılaşmada tüketmiştim. Korkumdan geriye taşların arasında kayıp gözden yiten yılanın sırrı ve izi kalmıştı. Artık onu sevebilirdim. Günlerce balkonda oturup fısıltısını duymayı bekledim. Bütün bir yaz boşuna bir bekleyişle geçip gitti.

Sonra güz ve ardından da kış geldi ki ikisi arasında pek fark yoktu o zamanlar benim için, biri diğerinden daha soğuktu o kadar. Yazın bitmesi, okulun başlaması demekti. Köyden ayrılmak, uzakları özlemeye, hayal etmeye başlamak demekti. Güneşten sakınma çabalarıyla boy sırasında bitmeyen dikilmeler başlardı yaz bitince. Okul vakti. Eylül, aynı zamanda, kesildikçe beyaz fayanslara yayılan ve sonra bir seferde süpürülüp yok edilen saçlarımın yarısıydı. Tam da uzamaya başlamışken ayrılırdım onlardan. Bu yüzden hep kısaydı saçlarım, hem de çok ama çok kısaydılar. Annem her okul zamanı kolumdan çekiştire çekiştire mahalledeki kuaföre sürüklerdi beni. İlk zamanlar edepsizce direndiğim bu seremoniyi zamanla kabullendim, yerdeki saç ölülerine basmadan geçip gitmeyi bildim. Hikâyeyi ezberlemiştim artık: Birazdan makas kulağıma değecek ıslak ve soğuk bir dil gibi sinir edecek beni. Yine de kırp kırp sesleri eğlenceli gibi. Az kaldı. Bitmek üzere. Evet bitti işte. Şimdi fırça ensemde turlayacak bir iki. Hafif bir gıdıklanma, tozlu kaşıntı. Bu da tamam. Son aşama fön makinesi oluyor. Biraz yakıyor ama kısa sürüyor, sorun değil. İşte bu da bitti. Tek yapmam gereken aynadaki kendimle göz göze gelmeden geriye kalan saçıma şöyle bir bakış atabilmek. Evet, oldu. Baktım, bitti. Bir daha uzamayacak, uzayamaz! Böylece sürekli kesilen saçlarımın bundan böyle kesilmese de uzamayacağına inanmaya başladım. Ha kısa, ha daha az kısa. Kesilip kesilmemeleri arasındaki fark güz ve kış arasındaki fark kadardı benim için. Hâlâ da öyle.
(Bilenler bilir, bütün çocuklar bitlenir ama yoksul kız çocukları hep kısa saçlıdır.)

Bütün bu işkence, annemin beni okula teslim etmeden önce steril hâle getirme sürecinin bir parçasıydı. Mavi önlük, beyaz yakalık, özenle ciltlenmiş pırıl pırıl kapaklı defterler, etiketleri bile ışıldıyor. Renkli kalemler, kokulu silgi, hepsi de itinayla yerleştirilmiş. Fakat zaman geçtikçe nesneler yoksulluğu gizleyemez olur. Daha ilk günden adım gibi emindim ki, dönem sonu gelmeden o defterler ortadan ayrılacak, sayfa kenarları kıvrılıp üst üste binecek. Ciltlerin rengi ağardıkça üzerlerindeki güzelim çiçekler de solacak ve ben hiçbir şey yapamayacağım bunlar olurken. Kalemlerin yarısı birer birer yitip gidecek. Kalan yarısı ya kırılacak, ya küçülüp iş görmez olacak. Silgi zaten ilk günden kaybolacak. Hatta eminim annem yeni bir tane daha alacak, boynuma asacağım onu ince bir iple ve fakat onu da bir şekilde kaybetmeyi başaracağım. Bu sefer annem kocaman bir silgi alacak kırtasiyeden ve her gün bir parça kesip verecek bana “Al çocuğum bugün bunu kaybet,” diyecek sinirleri bozulmuş bir hâlde. Anne şimdi bana çok kızıyorsun ama ileride bir gün büyüyüp üniversiteye gittiğimde seni tanıştırdığım bütün arkadaşlarıma küçükken ne kadar şaşkın ve sorumsuz olduğumu kendine özgü espri anlayışınla dile getirirken bu silgi hikâyesini bin beş yüz kere anlatacaksın. Hızını alamayıp ikinci sınıftayken mi ne nasıl olduysa artık çantamı okulda unuttuğumu da anlatacaksın sonra. Beslenme çantası değil, bildiğin okul çantası yani. Yeri gelmişken, dokuz yaşımdayken kardeşimi parkta unutup eve geldiğimi ve onu sokak sokak aradıktan sonra en sonunda semt karakolunda bulduğumuzu da anlatmazsan darılırım vallahi. Sen bunları anlatırken hep birlikte güleceğiz şaşkınlığıma, aklı bir karış havadalığıma. Sen, arkadaşlarım, ben. Karnımız ağrıyacak gülmekten. Sen göbeğini hoplatırken ben tiz kahkahalarla vokal yapacağım sana. Arkadaşlarım da çok kafa zaten, onlar da bayılacaklar gülmekten. Kolektif krizlere doğru, çok eğleneceğiz anneciğim. İşte böyle bizim kız da daha o zamandan belliydi leyla olacağı yani. O zamanlar da aynı böyleydi. Aynı leylaydım evet. Eşyalarına da kardeşine de sahip olamayan sakar bir leyla. Kendine karşı da bir o kadar kayıtsız, dalgın, değil mi anne: Bir keresinde, dört yaşında filan olmalıyım, evden çıkmak üzereyiz, sen kapıyı çekiyorsun, kapanmıyor. Tekrar deniyorsun, daha hızlı çekiyorsun, olmuyor. Allah Allah. Sonra bir bakıyorsun, benim elimin dört parmağı kapının arasında öylece duruyor, yüzümde ne olduğunu anlamamış alık bir ifade, bakıyorum sadece. Canımın acısını bile görmüyorum. Seninle birlikte çözmeye çalışıyorum kapının neden kapanmadığını. Belki de yine bir hayal koymuşum gözümün önüne, onu kovalıyorum. Kapı kapanamazken bir yerlere dalıyorum. Ellerimi oralarda unutuyorum. Sen öpene kadar parmaklarımın acıdığını anlamıyorum. Sen öptükten sonra morardıklarını fark ediyorum ve ağlamaya başlıyorum.

Neden bu kadar dalgındım acaba anne? Neden sürekli bir şeyleri unutuyor, kaybediyordum? Derslerim iyiydi ama ben pekiyi değildim galiba. Nerelerdeydim acaba? El yazısıyla yazdığı şiirler hep sınıfın güzel yazı köşelerine asılan ben, defterlerimi neden hemen kirletiyordum? Daha dönem bitmeden yırtılıyor, kırışıyorlardı. Silgiler kayboluyor, kalemler kırılıyor, fasulyeler etrafa saçılıyor, pastel boyalar esrarengiz bir biçimde birer ikişer eksiliyor, yakalığım hep aynı yerden sökülüyor, çantama tebeşir tozu bulaşıyor, her şey durmaksızın deforme oluyor, dağılıyor, ya da tamamen yok oluyor ve derken bir sabah, ben en öndeki sıramda otururken ilk dersin başında, sınıfın ortasına yeşil, yemyeşil bir şeyler kusuyorum. Öğretmen tiksintiyle bakıyor hâlime, burnunun kenarında sinirli bir titreme. Bütün öğrenciler önce şaşırıyor, sonra gülüşmeler, kikirdemeler, ben tuvalete gönderiliyorum hemen. Arkamdan kahkahalar yükseliyor. Ama utanmıyorum, umursamıyorum, tersine, hafiflemiş hissediyorum kendimi. Bütün kaybettiklerimi içimdeki kuyuda biriktirmişim meğersem ve tek hamlede hepsini kusarak kurtulmuşum onlardan, daha ne isteyim ki. Utanmıyorum. Kusmak ayıp değil, kaybetmek hiç değil. Ayıp da değil, komik de değil, yoksullukla ilgili de değil.
Önlüğüme bakıyorum aynada, mavi ve yeşili güzel buluyorum.

O sınıfta, o sırada oturduğum yıllar boyunca zulme uğramanın sıradan bir şey olduğuna inandım. Ben de onlardandım. Bir keresinde dersle ilgilenmeyip defterimin kenarına resim çiziyormuşum, ötekilerin nasıl olduğunu bilemeyeceğim şimdi. İşte defterimin kenarına resim çiziyordum, bir tavşan, bir kedi, çiçeklere devam ederken “Ne yapıyorsun sen?” dedi öğretmen. Çalışırken rahatsız edilmek istemediğimi söyleyemezdim ben de tabii. Önce sol kulağımı çekerek başımı kendisine çevirdi, doğru açıyı bulunca “Çat!” diye koydu tokadı. Dursun diye bir kız vardı, La Fontaine masallarını işlediğimiz bir derste, öğretmen “fabl”ın ne olduğunu uzun uzun anlatırken Dursun’un onu dinlemediğini fark edip “Fabl nedir?” diye sordu. Dursun da bilemedi fabl fabl baktı öğretmenin yüzüne. Ben içimden “Hayvanları konuşturma sanatı,” diye cevapladım. “Hadi Dursun, beni duyabilirsin söylediğimi aynen söyle sen de, duy beni,” dedim. Olmadı. Öğretmen soruyu defalarca sordu. Ben defalarca içimden bağırdım Dursun’a. Dursun beni duymadı. Öğretmenin her soruşunda ensesine, yüzüne, başına değişik açılardan farklı tonlarda tokatlar yağdı Dursun’un. “Fabl nedir? Cevap ver nedir fabl?” Neden bütün hayvanlar dile gelip hep bir ağızdan Dursun’un yerine cevaplamıyordu bu soruyu? “Konuşursak fabl olur!” demiyorlardı mesela. Neden biz de hayvanlar gibi suskunduk?
Biz derken bütün öğrencileri kast etmiyorum. Müsamerelerde sahne alamayan, önlükleri hep biraz büyük ya da fazlaca küçük gelen sessiz çocuk koromuzu kast ediyorum. Veli toplantılarının bilinçli ebeveynleri olan iyi eğitimli ve tırnakları manikürlü annelerle çevrili değilizdir biz. Her eylül tatilde ne yaptınız konulu Türkçe ödevinde köyümüzü anlatırız mesela. Şarkıdaki köy, bizim köyümüzüdür yani. Biz, derken sınıftaki sınıftan söz ediyorum. Unutmuyorum. Ve bir şekilde anlamak istediğimi de unutmuyorum. Gerçekten hak etmiş miydik, kafaya inen kitapları, fırlatılan tebeşirleri, bileğimize vurmaktan eğrilen plastik cetveli? Resimler ve konuşan hayvanlardan başka şeyler gerekliydi bunları hak etmiş olmak için. Düşündüm ve beşinci sınıfın ortasında bir karar verdim.

Her yıl, okulun ilk ayında öğretmen, öğrenci kollarını seçerdi. Ben hiç sınıf başkanı ya da başkan yardımcısı olmadım. Olmayı istemedim de. Bir tek hayalim vardı, kitaplık kolu olmak. Kitapları özenle yerleştirmek, listelemek, takip etmek, gerekirse onarmak, yeni kitaplar alınmasını sağlamak gibi ideallerim vardı bununla ilgili. Ama galiba kitaplık kolu olmayı bu kadar istememdeki asıl sebep bitmek bilmeyen bir okuma açlığı çekmemdi. Evde bir kitaplığımız yoktu çünkü. Kitap için para harcamak da pek mümkün olmuyordu. Çok az kitabım vardı ya da elimdekiler bana hep az geliyordu. Sınıf kitaplığındaki kitapların değerini benden daha iyi bilen olamaz sanıyordum. Ve biliyordum, öğretmen yine beni seçmeyecekti. Beklediğim gibi oldu, öğretmen bu özel göreve yıldızlar takımından iki öğrencisini atayıverdi hemen. Daha parmağımı kaldırmamıştım bile. Bana uygun görülen de tüketici koruma kolu olmakmış. Beni onore ettiniz gerçekten. Teşekkürler. Bundan böyle hayatımı tüketicileri bilinçlendirmeye adayacağım. Bilinçli bilinçli tüketin ulan diyeceğim.

Pal Sokağı Çocukları’nı o dönemde okudum. En az yılanı beklerkenki yaz günleri kadar yapayalnız olduğum zamanlardı. Annem erkek çocuklarla oynamama izin vermezdi o yaşlarda. Bense çoktan bu maceraperest çocukların çetesine katılmış, onların dünyasına karışıp gitmiştim. Dövüşüyor, mücadele ediyor, kahraman oluyorduk birlikte. İlk defa bir kitapla örgütlendim. Beşinci sınıfın sonunda, kararımı uyguladım. Son hafta, kitaplıktan Pal Sokağı Çocukları’nı ikinci kez aldım. Çantama koydum. Eve götürdüm. Geri vermedim. Beş yıl boyunca yediğim dayakların bir anlamı olmuştu böylece.

Ben artık Dursun’a ve diğer çocuklara, yani bize, yani sınıftaki sınıfa, o sessiz koroya, içimden fısıldayarak seslenmek istemiyorum.

Bunları özellikle sana anlatıyorum dut ağacı. Beni ormanın kalbiyle dinleyebilirsin çünkü. Anlattıklarımın hepsini gördün, burada olduğun gibi oradaydın, biliyorum, penceremin önünde peyda olman boşuna değil.
Bir yandan da senin yaralı tarihinle özdeşleşmenin yollarını arıyorum. Çünkü senin de kardeşlerine kıydılar, masalını talan ettiler. Tanığınım, unutmadım. Daha dün Dersim’li kadınları gördüm, sular altında bırakılan ziyaret yerleriyle birlikte boğulan dut ağaçları için ağıtlar yaktılar, âh ettiler onlar. Bu yüzden bana çocukluk anılarımı hikâye etmiyorsun sadece, duyuyorum, türlü yangınlardan haber getiriyorsun. Bizim ortak yazgımızı dillendiriyorsun. Seninle her bakışmamızda hayal etme kuvvetim yenileniyor, faşist öğretmenleri kovalayacağımız günlere inanıyorum. Yeryüzünün bütün ve öteki çocuklarıyla beraber.                                                                                                  

13 Ekim 2011 Perşembe

Özlenen şairden bir güzel haber: Mehmet Said Aydın'ın ilk kitabı Kusurlu Bahçe nihayet yayımlandı. 



20 Haziran 2011 Pazartesi


"Belki de içki olmasa, kahve de olmazdı, çünkü Miss Amelia’nın içkisinin bir özelliği vardır. Dilinizin üstünde temiz, belirgin bir tat bırakır, ama bir kez mideye girdi mi uzun süre insanın içini ateş basar. Hepsi bununla da kalmaz. Bilirsiniz ya, temiz bir kâğıt parçasına limon suyuyla yazılan bir yazıdan hiçbir iz kalmaz. Ama kâğıt bir dakika ateşe tutulursa harfler kahverengiye döner, anlam da ortaya çıkar. Viskiyi ateş, yazıyı da kişinin gönlünden geçen şeyler olarak düşünürseniz, Miss Amelia’nın içkisinin değerini anlarsınız. Üzerinde durulmadan geçip giden şeyler, zihnin karanlık köşelerinde barınan düşünceler ancak o zaman kavranır ve anlam bulur. Yalnızca dokuma tezgâhını, sefer tasını, yatağını, derken gene dokuma tezgâhını düşünen bir dokuma işçisi bir pazar günü bu içkiden biraz içtikten sonra gözü bir bataklık zambağına ilişebilir. Çiçeği avucuna alıp narin, altın renkli goncaya alıcı gözüyle bakabilir, o zaman içine acı kadar yoğun bir sıcaklık yayılabilir. Bir dokumacı, birden başını kaldırıp bakınca, ocak ayında bir gece yarısı, gökyüzünde, daha önce görmediği soğuk, yabansı nuru görebilir, kendi küçüklüğünden derin bir korkuya kapılıp yüreği durabilir. İşte böyle şeyler olur Miss Amelia’nın içkisinden içince. Acıdan yüreği kan ağlayabilir, ya da sevinçten başı göğe erebilir. Gel gelelim, bu deneyim ona gerçekleri göstermiştir. Ruhuna dolan sıcaklıkla, orada saklı duran yazıyı görmüştür." (Carson McCullers, Hüzünlü Kahvenin Türküsü)

19 Nisan 2011 Salı

Bu da Böyle Bir Rüyadır


Rüyamda Eren misafirim olmuş, İzmir’de bizim mekânda oturuyoruz. Çay ikram etmek için içeri mutfağa geçiyorum. O sırada aklıma geliyor, yemek koysak diyorum açtır şimdi Eren dost. Yoldan geldi. Ne yemek istersin diye soracağım, başımı çeviriyorum, Eren yok. Hay Allah, yine nereye kayboldu diye meraklanıyorum. Eren dostu aramak üzere yola koyuluyorum.
Çok kalabalık bir belediye otobüsünde buluyorum kendimi. Güya bütün gün çalışan işçiler cam kenarında oturuyormuş, böyle bir uygulama varmış. (Bir keresinde otobüsten son durakta inenlerin büyük kısmının saatler süren uzun yolculuktan sonra işten evlerine dönen yoksul insanlar olduğunu düşünmüştüm. Otobüs boşaldıkça cam kenarında oturabilmeleri de bundan. Tabi saçma bir düşünceydi bu ama bir şekilde rüyama sızıvermiş. Eyvallah.) Ben de her nasılsa cam kenarında oturmuşum. Ayaktaki yolculardan biri de abartılı makyaj yapmış rüküş bir kadın. “Yeter artık, biz de cam kenarında oturmak istiyoruz!” diye bağırmaya başlıyor. Kadına sinir oluyorum, böyle konuşamazsın bu insanlar bütün gün çalışıyor diyorum. Ağız dalaşı oluyor aramızda. Bir şekilde ineceğim yere vardığımı anlıyorum ve bu sefer de kendimi Ankara’da buluyorum.
Bilmediğim sokaklarda yürürken karşıma büyük bir bina çıkıyor. Burası bir üniversitenin fakültesiymiş. Ama yıllar önce terk edilmiş ve kullanılmaz hâle gelmiş. İçeri giriyorum. Merdivenler kırık dökük, yukarı çıkılmıyor. Binanın hayatta kalan tek yeri kantiniymiş. Burada çay satan iki kantinci amca var. Etrafta da bir sürü eski kitap. Kitaplara bakıyorum. Hepsi de 70’li yıllarda ve daha öncesinde basılmış. Hep de sevdiğim yazarların kitapları. Kesin Oğuz Atay’ın hikâyelerini bulurum burada ben diyorum. Demiryolu Hikâyecileri’ni arıyormuşum. Biraz aradıktan sonra bulup çıkarıyorum Atay’ın hikâyelerini diğer kitapların arasından. İlk basımı olabilir, epey eski görünüyor. Tozlanmış filan. Ben bu kitabı Hatice’ye götürebilirim işte diyorum. Gelmişken çay da alayım şuradan, bi güzel içeriz. Kantinci amcalardan iki çay istiyorum. Parasızmış bu kantinde çay. Amcalar çayları hazırlarken Dostoyevski’den bahsediyorlar. Bütün bu kitapları onlar okuyormuş, bu yüzden buradalarmış, o an anlıyorum.
Koltuğumun altında Atay’ın hikâye kitabı, elimde iki çay sokaklardan geçiyorum. Çaylardan biri Hatice’nin diğeri Eren’inmiş. Nihayet Hatice’nin evine geliyorum. Tren yoluna yakın, küçücük, tek göz odalı ve rüyadaki diğer her şey gibi eski bir ev imiş burası. Kapısı bile yok. İçerisi de pek güneş almıyor. Eşikte duruyorum. Hatice ben geldim. Sana çay ve kitap getirdim. Bir arkadaşım daha gelecek, diğer çay da onun diyorum. Hatice hem seviniyor beni görünce hem de mahcup oluyor. “Hazelinka kusura bakma ne olur, ama evim çok dağınık. Ayıp olacak. Şu hâle baksana,” diyor. Odada üç tane yüzleri tozlanmış ve iyice yıpranmış tekli koltuk, ortalarında da bir küçük aksak sehpa var. Koltuğun birinde bir kedi kıvrılmış uyukluyor. Hayır diyorum sana öyle geliyor, burası çok güzel bence.
Sonrası meçhul. Hatice beni içeri aldı mı, Eren çıkıp geldi mi, bilmiyorum. Bildiğim, gördüğüm kadarını anlatayım dedim. Rüyam, ilk bakışta absürt detaylardan ibaret gibi ama aslında hakikate dair çok şey söylüyor düşündükçe: Kantinciler neden Dostoyevski okumasın, cam kenarı işçilerin hakkı değil mi, Eren olsa buna ne derdi acaba gibisinden sorular uzayıp gidiyor. Atay, Hatice, tren yolu, hikâyeler arasılık, serbest çağırışımda sınır tanımazlık falan, feşmekân. Böyle sayıkladım ve yorumladım. Gündüz niyetine yazdım.       
Bu vesileyle rüyamı şereflendiren, şenlendiren dostlara mahsus selam ederim. Ayrıca bu rüyanın görülmesinde emeği geçen başta bilinçdışım olmak üzere, bütün psikolojik ve psiko-patolojik kişi ve kuruluşlara teşekkürlerimi sunuyorum.