Müstesna'ya
Seninle aynı apartmanda oturuyorduk rüyamda.
birbirine yarenlik eden iki ev kadınıydık.
yalnız yaşıyormuşsun sen.
akşamüstü sana çaya geliyorum, sohbetin koyusundayken sevgilin var mı diyorum
bana sırrını açıyorsun:
her gece geliyor, sabah olmadan gidiyor. kimseye söyleyemem, benden çok genç. ama bilsen nasıl seviyoruz birbirimizi.
öyle mi diyorum, susup bakışıyoruz. aşktan ağlayacaksın neredeyse, gözbebeklerin bin parça.
sonra ben eve geliyorum, bir adam, iki çocuk; biri kız biri oğlan.
üzerimde mavi bir elbise var. çocuklara annelik etmeye çalışıyorum.
ama adam beni huzursuz ediyor. sarılıp öpüyor dudaklarımdan. çocuklar var. kendimi çekip uzaklaşıyorum.
odanın penceresi açıkmış. ne tuhaf, perdenin tülü siyah. rüzgar onu öylece bir içeri bir dışarı sallıyor. öylece.
içimin sıkıntısına bir sigara yakıyorum.
adam bana çocukların yanında içmesene şunu diyor.
pencere açık diyorum yüzüne bakmadan.
ama o üstüme yürüyor.
ben geriledikçe daha çok.
beni aşağı atacak, beni aşağı atıyor, böyle mi düşeceğim? böylece.
rüyanın sonunda sokağı görüyorum.
düştüğüm yerde mavi elbiseli bir bez bebek var.
sen geliyor ve orada buluyorsun onu. bitiyor.
kukla oynatmıyorum
lâf ü güzâf u edebiyat
12 Mart 2012 Pazartesi
6 Aralık 2011 Salı
Şiro'nun Ateşi Yeniden Özgür
*Bu yazı, 12 Kasım 2011'de Milliyet Kitap'ta yayımlandı.
Gündemdeki “90’lara mı dönüyoruz?” tartışmalarının üzerine 90’ların ortasından Kürt meselesi hakkında yazılmış bir roman çıka geldi: Mahmut Alınak’ın yazdığı Şiro’nun Ateşi, 90’lı yılların Türkiye’sinde yazarın ifadesiyle “haritadan silinmesine karar verilen binlerce köyden biri” olan Bana köyünün romanı. Kitap, okuru yakın tarihin gözden uzağa itilmiş olaylarından birini bugün gelinen noktayla birlikte yeniden düşünmeye çağırıyor.
Türkiye siyasetinde Kürtler’in temsiliyeti ve Kürt sorunu üzerine kitapları bulunan Mahmut Alınak, aynı zamanda Nazo, Ateşte Yıkanmak ve Tarihin Çarmıhında “Güneş Ülkesi” romanlarının yazarı. Şiro’nun Ateşi ise yazarın dördüncü romanı. Bir adalet arayışının öyküsü olan romanın kendisi de uzun süren hukuki mücadelenin sonucunda yayımlanabildi. 1996 yılında yayımlanan kitap, Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından sakıncalı bulundu. Okurların yoğun ilgisinden dolayı birkaç gün içinde ilk baskısı tükendiği için toplatılamadı fakat ikinci baskısını yapması engellendi. Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan dava sonucunda yasaklama kararının hukuki olmadığı sonucuna varıldı ve böylece on beş yıl gibi uzun bir aradan sonra Şiro’nun Ateşi okurla yeniden buluşabildi.
Gündemdeki “90’lara mı dönüyoruz?” tartışmalarının üzerine 90’ların ortasından Kürt meselesi hakkında yazılmış bir roman çıka geldi: Mahmut Alınak’ın yazdığı Şiro’nun Ateşi, 90’lı yılların Türkiye’sinde yazarın ifadesiyle “haritadan silinmesine karar verilen binlerce köyden biri” olan Bana köyünün romanı. Kitap, okuru yakın tarihin gözden uzağa itilmiş olaylarından birini bugün gelinen noktayla birlikte yeniden düşünmeye çağırıyor.
Türkiye siyasetinde Kürtler’in temsiliyeti ve Kürt sorunu üzerine kitapları bulunan Mahmut Alınak, aynı zamanda Nazo, Ateşte Yıkanmak ve Tarihin Çarmıhında “Güneş Ülkesi” romanlarının yazarı. Şiro’nun Ateşi ise yazarın dördüncü romanı. Bir adalet arayışının öyküsü olan romanın kendisi de uzun süren hukuki mücadelenin sonucunda yayımlanabildi. 1996 yılında yayımlanan kitap, Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından sakıncalı bulundu. Okurların yoğun ilgisinden dolayı birkaç gün içinde ilk baskısı tükendiği için toplatılamadı fakat ikinci baskısını yapması engellendi. Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan dava sonucunda yasaklama kararının hukuki olmadığı sonucuna varıldı ve böylece on beş yıl gibi uzun bir aradan sonra Şiro’nun Ateşi okurla yeniden buluşabildi.
1952’de Kars’ın Digor ilçesinde doğan Mahmut Alınak avukatlık
da yapmış olan bir siyasetçi. Yazarın Şırnak milletvekilliği sırasında tanık
olduğu olaylar ve bölgeye dair izlenimleri romanın ortaya çıkışında doğrudan
etkili olmuş. Bunların başında da 1993 yılında Şırnak’ın Güçlükonak ilçesine
bağlı Bana köyünde yaşananlar geliyor. Alınak, kitaba yazdığı giriş notunda abartılı
bulunup inandırıcılığına gölge düşürür kaygısıyla romanda bazı olayları eksik
anlattığını belirterek Banalılar’dan özür diliyor ve kitabı onlara ve tüm
ezilenlere adadığını ifade ediyor.
Bana köyünden Ankara’ya uzanan romanın başından sonuna kadar her şey okurun gözleri önünde olup bitiyor. Anlatılan, yoksulluk, işkence ve ölümle iç içe yaşayan insanların hikâyesi ve bu hikâye, okuduğumuz gazete haberlerinden daha gerçek. Romandaki insanların dünyasında, acı ve zulüm kadar varlığı hissedilen bir başka hakikat daha varsa o da umudun ta kendisi. Ana karakterlerden Avdo, köyündeki diğer insanlar gibi umudu yüreğinde ve hayatın kendisinde buluyor. Bir sahnede Mızrak Teğmen ona ve insanlarına zulmederken, o umuduyla direniyor: “Nasıl ki kocaman buz dağları zamanı geldiğinde yok olup gidiyorsa, bu zulüm de bir gün mutlaka sona erecekti”.
Roman boyunca köylülerin yaşadıkları zulme birbirlerine tutunarak direndiğine tanık oluyoruz. Söz konusu direnişin beslendiği kanallardan biri de kültürel bellek kavramıyla ilgili. Banalılar bütün bu acılar karşısında ortak düşlerinden kuvvet alarak hayata bağlanabiliyor. Bana halkına özgü mitolojik inançların yer aldığı bu anlatımlar, kolektif ruhun gücünü yansıtıyor. Örneğin, bunlardan birinde askerlerin köylüleri elleri ve gözleri bağlı olarak karakola götürürken bir tilkiyle karşılaşması anlatılmakta: “Askerlerden biri, kendilerini süzen tilkiyi işaret parmağıyla gösterip, ‘Komutanım, tilki!’ diye seslendi. Banalılar bunu duyunca gizli bir sevinçle ürperdiler. İnanışlarına göre tilki uğurlu bir hayvandı, şans getirirdi”. Uğurlu olduğu var sayılan tilki, köylülerin en zor zamanlarında dahi kültür ve inanışları üzerinden duygu birliği kurduklarını gösteren simgelerden biri. Anlatının önemli noktalarında ortaya çıkan ve Banalılar’ın ‘teyrê sîmir’ adını verdikleri kartal da tıpkı tilki gibi uğur getireceğine, onları kurtaracağına inanılan mitolojik bir varlık, halkın kurtuluş umudunu temsil ediyor.
Son olarak ana karakterlerden Avdo’nun haykırışı, bir slogan gibi romanın içinden kalbimize yükseliyor: “Mazlumların rızası oldukça zalimlerin zulmü de olacaktır!” Şiro’nun Ateşi, Kürt sorununu insanlığın geneli için geçerli olan ezen ezilen karşıtlığı çerçevesinde ele alıyor. Kardeşlik düşüncesini savunan yazar, insan onurunun üstünlüğünü vurgularken zulme uğrayan bütün halkların acılarının ortak olduğuna dikkat çekiyor.
Bana köyünden Ankara’ya uzanan romanın başından sonuna kadar her şey okurun gözleri önünde olup bitiyor. Anlatılan, yoksulluk, işkence ve ölümle iç içe yaşayan insanların hikâyesi ve bu hikâye, okuduğumuz gazete haberlerinden daha gerçek. Romandaki insanların dünyasında, acı ve zulüm kadar varlığı hissedilen bir başka hakikat daha varsa o da umudun ta kendisi. Ana karakterlerden Avdo, köyündeki diğer insanlar gibi umudu yüreğinde ve hayatın kendisinde buluyor. Bir sahnede Mızrak Teğmen ona ve insanlarına zulmederken, o umuduyla direniyor: “Nasıl ki kocaman buz dağları zamanı geldiğinde yok olup gidiyorsa, bu zulüm de bir gün mutlaka sona erecekti”.
Roman boyunca köylülerin yaşadıkları zulme birbirlerine tutunarak direndiğine tanık oluyoruz. Söz konusu direnişin beslendiği kanallardan biri de kültürel bellek kavramıyla ilgili. Banalılar bütün bu acılar karşısında ortak düşlerinden kuvvet alarak hayata bağlanabiliyor. Bana halkına özgü mitolojik inançların yer aldığı bu anlatımlar, kolektif ruhun gücünü yansıtıyor. Örneğin, bunlardan birinde askerlerin köylüleri elleri ve gözleri bağlı olarak karakola götürürken bir tilkiyle karşılaşması anlatılmakta: “Askerlerden biri, kendilerini süzen tilkiyi işaret parmağıyla gösterip, ‘Komutanım, tilki!’ diye seslendi. Banalılar bunu duyunca gizli bir sevinçle ürperdiler. İnanışlarına göre tilki uğurlu bir hayvandı, şans getirirdi”. Uğurlu olduğu var sayılan tilki, köylülerin en zor zamanlarında dahi kültür ve inanışları üzerinden duygu birliği kurduklarını gösteren simgelerden biri. Anlatının önemli noktalarında ortaya çıkan ve Banalılar’ın ‘teyrê sîmir’ adını verdikleri kartal da tıpkı tilki gibi uğur getireceğine, onları kurtaracağına inanılan mitolojik bir varlık, halkın kurtuluş umudunu temsil ediyor.
Son olarak ana karakterlerden Avdo’nun haykırışı, bir slogan gibi romanın içinden kalbimize yükseliyor: “Mazlumların rızası oldukça zalimlerin zulmü de olacaktır!” Şiro’nun Ateşi, Kürt sorununu insanlığın geneli için geçerli olan ezen ezilen karşıtlığı çerçevesinde ele alıyor. Kardeşlik düşüncesini savunan yazar, insan onurunun üstünlüğünü vurgularken zulme uğrayan bütün halkların acılarının ortak olduğuna dikkat çekiyor.
24 Kasım 2011 Perşembe
Psikoz Büyücüsü
Çok severek izlediğim Oz Büyücüsü filmi üzerine pek bi derin
düşüncelere daldıktan sonra filmdeki baş karakterlerin bize ruhsal arızalarımız
hakkında bir şeyler söylediklerine kanaat getirdim. Belki filmi hâlâ bayılarak
izlemem de bununla ilgili olabilir.
Korkuluk’tan başlayalım: İçi samanla dolu bir bedeni var.
Enerjik, hoplamayı zıplamayı seven bir tip. Fakat her an darmadağın olabilir.
Teneke Adam ise tam tersi. Sert ve ağır. Ama içi boş. İkisi birbirini
tamamlıyor. Kusurlarımı ve korkularımı perdelemeye çalışırken ben de bazen
Korkuluk, bazen Teneke (M)adam olabilirim.
Eğer Korkuluk’sam, tehlikelere açığımdır. Rahat ve neşeli
tavırlarımla özgüven depolarım. Ama küçük bir tökezleme samanlarımın ortalığa
saçılmasına yetebilir. Kendimi toparlamam, yeniden bütün olmam uzun zaman
alabilir. Bu kadar kolay içimin dışıma çıkması beceriksizliğimle ilgilidir. Bir
de bazen tek bir kıvılcım beni dehşete düşürebilir. Onu söndürmek için panik
halinde çırpınırken yok yere kendimi tutuşturabilirim.
Teneke Adam olursam, demirden gövdeme güvenip bana bir şey
olmaz diye dolanabilirim ortalıkta. Üstelik pek de havalı yani işte “cool”
bulabilirler beni. Ancak yavaş yavaş paslanmaya başladığımda yalnızlığın bir
zırh olmadığını anlarım. Gövdem bomboş bir tenekedir ve rüzgâr sanki içimde
esmektedir. Soğuk ve pas giderek hareket etmeme engel olur. Üzerim yosunlarla
kaplanmaya başlar.
Aslan Yürek üzerinde durmuyorum. Anne rahmine geri
gönderilmesi gerekiyor.
Bir de Batının Kötü Kalpli Cadısı olmak ihtimali var. O kırmızı
pabuçların elbiseme uygun olmadığına biri beni ikna etmezse kötülüklerim devam
edecektir. Cadıyım diye ön yargıyla yaklaşanlara sitem ederim. Göründüğüm kadar
fesat, art niyetli ve zalim değilimdir. İnatçıyımdır esasen. Ayrıca her kadın
gibi ayakkabı takıntım vardır benim de. Olsundur o kadar. Ama olmaz işte. Suda
erir, basitliklerde boğulurum.
Oz Büyücüsü olmak istemem. Çünkü Oz Büyücüsü kendisinden medet
umanları kandırarak popüler olan narsist bir ihtiyardır.
Dorothy'e gelince: Filmdeki en hastalıklı karakter ta
kendisidir bence. Aslında bütün olanlar gördüğü bir düştür. Yani bu fantastik
hikâye, safça bir kızcağız olan Dorothy'nin hayal dünyasından çıkmıştır.
Sen de az şizofren
değilsin Dorothy.
18 Kasım 2011 Cuma
Dilsiz Geçmiş Zaman
İşte yine baş başayız dut ağacı. Bu yaz yaşadığım en güzel
şey seninle ilk bakışmamızdı. Çünkü bazı zamanları sadece dut ağaçlarının
altında tekrarlayabildim ben. Köydeki yazları mesela. Ceviz ağacı olsaydın bana
babamın türkülerini getirirdin. Gölgende söylediği uzun havaları. En çok Huma
Kuşu’nu hatırlatırdın. Kirpikleri ıslanan mıyım, deli gönlü uslanan mı diye
sorardım. Ama sen dut ağacısın, torunlarını sırtında gezdiren dedemin çocuk kahkahalarını
duyurabilirsin kalbime. Yaz günlerinin serin şenliğini, bahçelerde geçen, iş ve
oyunun birbirine karıştığı dingin zamanları sende bulabilirim. Yazı ve
sonrasını sana anlatabilirim.
Bu yazlardan birinde, ben yılanı gördüm. Yedi sekiz
yaşlarındaydım. Balkonda, asmanın altında oyuncaklarım vardı. Onları almak için
balkona çıktığımda yılan da oradaydı. Oyuncaklarımın arasında uzanmıştı öylece.
Upuzun, simsiyah.
Bağırdım. Oyuncaklarımın her biri bir yana savruldu.
Gitmişti.
Daha sonraları da başka yılanlar gördüğüm oldu. Ama hiç
korkmadım. Öylece baktım sadece arkalarından. Galiba bütün korkumu ilk
karşılaşmada tüketmiştim. Korkumdan geriye taşların arasında kayıp gözden yiten
yılanın sırrı ve izi kalmıştı. Artık onu sevebilirdim. Günlerce balkonda oturup
fısıltısını duymayı bekledim. Bütün bir yaz boşuna bir bekleyişle geçip gitti.
Sonra güz ve ardından da kış geldi ki ikisi arasında pek
fark yoktu o zamanlar benim için, biri diğerinden daha soğuktu o kadar. Yazın
bitmesi, okulun başlaması demekti. Köyden ayrılmak, uzakları özlemeye, hayal
etmeye başlamak demekti. Güneşten sakınma çabalarıyla boy sırasında bitmeyen
dikilmeler başlardı yaz bitince. Okul vakti. Eylül, aynı zamanda, kesildikçe
beyaz fayanslara yayılan ve sonra bir seferde süpürülüp yok edilen saçlarımın
yarısıydı. Tam da uzamaya başlamışken ayrılırdım onlardan. Bu yüzden hep
kısaydı saçlarım, hem de çok ama çok kısaydılar. Annem her okul zamanı kolumdan
çekiştire çekiştire mahalledeki kuaföre sürüklerdi beni. İlk zamanlar edepsizce
direndiğim bu seremoniyi zamanla kabullendim, yerdeki saç ölülerine basmadan
geçip gitmeyi bildim. Hikâyeyi ezberlemiştim artık: Birazdan makas kulağıma
değecek ıslak ve soğuk bir dil gibi sinir edecek beni. Yine de kırp kırp
sesleri eğlenceli gibi. Az kaldı. Bitmek üzere. Evet bitti işte. Şimdi fırça
ensemde turlayacak bir iki. Hafif bir gıdıklanma, tozlu kaşıntı. Bu da tamam.
Son aşama fön makinesi oluyor. Biraz yakıyor ama kısa sürüyor, sorun değil.
İşte bu da bitti. Tek yapmam gereken aynadaki kendimle göz göze gelmeden geriye
kalan saçıma şöyle bir bakış atabilmek. Evet, oldu. Baktım, bitti. Bir daha
uzamayacak, uzayamaz! Böylece sürekli kesilen saçlarımın bundan böyle kesilmese
de uzamayacağına inanmaya başladım. Ha kısa, ha daha az kısa. Kesilip
kesilmemeleri arasındaki fark güz ve kış arasındaki fark kadardı benim için. Hâlâ
da öyle.
(Bilenler bilir, bütün çocuklar bitlenir ama yoksul kız
çocukları hep kısa saçlıdır.)
Bütün bu işkence, annemin beni okula teslim etmeden önce
steril hâle getirme sürecinin bir parçasıydı. Mavi
önlük, beyaz yakalık, özenle ciltlenmiş pırıl pırıl kapaklı defterler,
etiketleri bile ışıldıyor. Renkli kalemler, kokulu silgi, hepsi de itinayla
yerleştirilmiş. Fakat zaman geçtikçe nesneler yoksulluğu gizleyemez olur. Daha
ilk günden adım gibi emindim ki, dönem sonu gelmeden o defterler ortadan
ayrılacak, sayfa kenarları kıvrılıp üst üste binecek. Ciltlerin rengi ağardıkça
üzerlerindeki güzelim çiçekler de solacak ve ben hiçbir şey yapamayacağım
bunlar olurken. Kalemlerin yarısı birer birer yitip gidecek. Kalan yarısı ya
kırılacak, ya küçülüp iş görmez olacak. Silgi zaten ilk günden kaybolacak.
Hatta eminim annem yeni bir tane daha alacak, boynuma asacağım onu ince bir
iple ve fakat onu da bir şekilde kaybetmeyi başaracağım. Bu sefer annem kocaman
bir silgi alacak kırtasiyeden ve her gün bir parça kesip verecek bana “Al
çocuğum bugün bunu kaybet,” diyecek sinirleri bozulmuş bir hâlde. Anne şimdi
bana çok kızıyorsun ama ileride bir gün büyüyüp üniversiteye gittiğimde seni
tanıştırdığım bütün arkadaşlarıma küçükken ne kadar şaşkın ve sorumsuz olduğumu
kendine özgü espri anlayışınla dile getirirken bu silgi hikâyesini bin beş yüz
kere anlatacaksın. Hızını alamayıp ikinci sınıftayken mi ne nasıl olduysa artık
çantamı okulda unuttuğumu da anlatacaksın sonra. Beslenme çantası değil,
bildiğin okul çantası yani. Yeri gelmişken, dokuz yaşımdayken kardeşimi parkta
unutup eve geldiğimi ve onu sokak sokak aradıktan sonra en sonunda semt
karakolunda bulduğumuzu da anlatmazsan darılırım vallahi. Sen bunları anlatırken
hep birlikte güleceğiz şaşkınlığıma, aklı bir karış havadalığıma. Sen,
arkadaşlarım, ben. Karnımız ağrıyacak gülmekten. Sen göbeğini hoplatırken ben
tiz kahkahalarla vokal yapacağım sana. Arkadaşlarım da çok kafa zaten, onlar da
bayılacaklar gülmekten. Kolektif krizlere doğru, çok eğleneceğiz anneciğim.
İşte böyle bizim kız da daha o zamandan belliydi leyla olacağı yani. O zamanlar
da aynı böyleydi. Aynı leylaydım evet. Eşyalarına da kardeşine de sahip
olamayan sakar bir leyla. Kendine karşı da bir o kadar kayıtsız, dalgın, değil
mi anne: Bir keresinde, dört yaşında filan olmalıyım, evden çıkmak üzereyiz,
sen kapıyı çekiyorsun, kapanmıyor. Tekrar deniyorsun, daha hızlı çekiyorsun, olmuyor.
Allah Allah. Sonra bir bakıyorsun, benim elimin dört parmağı kapının arasında öylece
duruyor, yüzümde ne olduğunu anlamamış alık bir ifade, bakıyorum sadece.
Canımın acısını bile görmüyorum. Seninle birlikte çözmeye çalışıyorum kapının
neden kapanmadığını. Belki de yine bir hayal koymuşum gözümün önüne, onu
kovalıyorum. Kapı kapanamazken bir yerlere dalıyorum. Ellerimi oralarda
unutuyorum. Sen öpene kadar parmaklarımın acıdığını anlamıyorum. Sen öptükten
sonra morardıklarını fark ediyorum ve ağlamaya başlıyorum.
Neden bu kadar dalgındım acaba anne? Neden sürekli bir
şeyleri unutuyor, kaybediyordum? Derslerim iyiydi ama ben pekiyi değildim
galiba. Nerelerdeydim acaba? El yazısıyla yazdığı şiirler hep sınıfın güzel
yazı köşelerine asılan ben, defterlerimi neden hemen kirletiyordum? Daha dönem
bitmeden yırtılıyor, kırışıyorlardı. Silgiler kayboluyor, kalemler kırılıyor,
fasulyeler etrafa saçılıyor, pastel boyalar esrarengiz bir biçimde birer ikişer
eksiliyor, yakalığım hep aynı yerden sökülüyor, çantama tebeşir tozu bulaşıyor,
her şey durmaksızın deforme oluyor, dağılıyor, ya da tamamen yok oluyor ve
derken bir sabah, ben en öndeki sıramda otururken ilk dersin başında, sınıfın
ortasına yeşil, yemyeşil bir şeyler kusuyorum. Öğretmen tiksintiyle bakıyor hâlime,
burnunun kenarında sinirli bir titreme. Bütün öğrenciler önce şaşırıyor, sonra
gülüşmeler, kikirdemeler, ben tuvalete gönderiliyorum hemen. Arkamdan
kahkahalar yükseliyor. Ama utanmıyorum, umursamıyorum, tersine, hafiflemiş
hissediyorum kendimi. Bütün kaybettiklerimi içimdeki kuyuda biriktirmişim meğersem
ve tek hamlede hepsini kusarak kurtulmuşum onlardan, daha ne isteyim ki.
Utanmıyorum. Kusmak ayıp değil, kaybetmek hiç değil. Ayıp da değil, komik de
değil, yoksullukla ilgili de değil.
Önlüğüme bakıyorum aynada, mavi ve yeşili güzel buluyorum.
O sınıfta, o sırada oturduğum yıllar boyunca zulme uğramanın
sıradan bir şey olduğuna inandım. Ben de onlardandım. Bir keresinde dersle
ilgilenmeyip defterimin kenarına resim çiziyormuşum, ötekilerin nasıl olduğunu
bilemeyeceğim şimdi. İşte defterimin kenarına resim çiziyordum, bir tavşan, bir
kedi, çiçeklere devam ederken “Ne yapıyorsun sen?” dedi öğretmen. Çalışırken
rahatsız edilmek istemediğimi söyleyemezdim ben de tabii. Önce sol kulağımı
çekerek başımı kendisine çevirdi, doğru açıyı bulunca “Çat!” diye koydu tokadı.
Dursun diye bir kız vardı, La
Fontaine masallarını işlediğimiz bir derste, öğretmen “fabl”ın ne olduğunu uzun
uzun anlatırken Dursun’un onu
dinlemediğini fark edip “Fabl nedir?” diye sordu. Dursun da bilemedi fabl fabl baktı öğretmenin yüzüne. Ben içimden “Hayvanları
konuşturma sanatı,” diye cevapladım. “Hadi Dursun, beni duyabilirsin
söylediğimi aynen söyle sen de, duy beni,” dedim. Olmadı. Öğretmen soruyu
defalarca sordu. Ben defalarca içimden bağırdım Dursun’a. Dursun beni
duymadı. Öğretmenin her soruşunda ensesine, yüzüne, başına değişik açılardan farklı
tonlarda tokatlar yağdı Dursun’un.
“Fabl nedir? Cevap ver nedir fabl?” Neden bütün hayvanlar dile gelip hep bir
ağızdan Dursun’un yerine
cevaplamıyordu bu soruyu? “Konuşursak fabl olur!” demiyorlardı mesela. Neden
biz de hayvanlar gibi suskunduk?
Biz derken bütün öğrencileri kast etmiyorum. Müsamerelerde sahne
alamayan, önlükleri hep biraz büyük ya da fazlaca küçük gelen sessiz çocuk
koromuzu kast ediyorum. Veli toplantılarının bilinçli ebeveynleri olan iyi
eğitimli ve tırnakları manikürlü annelerle çevrili değilizdir biz. Her eylül
tatilde ne yaptınız konulu Türkçe ödevinde köyümüzü anlatırız mesela. Şarkıdaki
köy, bizim köyümüzüdür yani. Biz, derken sınıftaki sınıftan söz ediyorum.
Unutmuyorum. Ve bir şekilde anlamak istediğimi de unutmuyorum. Gerçekten hak
etmiş miydik, kafaya inen kitapları, fırlatılan tebeşirleri, bileğimize vurmaktan
eğrilen plastik cetveli? Resimler ve konuşan hayvanlardan başka şeyler
gerekliydi bunları hak etmiş olmak için. Düşündüm ve beşinci sınıfın ortasında
bir karar verdim.
Her yıl, okulun ilk ayında öğretmen, öğrenci kollarını
seçerdi. Ben hiç sınıf başkanı ya da başkan yardımcısı olmadım. Olmayı
istemedim de. Bir tek hayalim vardı, kitaplık kolu olmak. Kitapları özenle
yerleştirmek, listelemek, takip etmek, gerekirse onarmak, yeni kitaplar
alınmasını sağlamak gibi ideallerim vardı bununla ilgili. Ama galiba kitaplık
kolu olmayı bu kadar istememdeki asıl sebep bitmek bilmeyen bir okuma açlığı
çekmemdi. Evde bir kitaplığımız yoktu çünkü. Kitap için para harcamak da pek
mümkün olmuyordu. Çok az kitabım vardı ya da elimdekiler bana hep az geliyordu.
Sınıf kitaplığındaki kitapların değerini benden daha iyi bilen olamaz
sanıyordum. Ve biliyordum, öğretmen yine beni seçmeyecekti. Beklediğim gibi
oldu, öğretmen bu özel göreve yıldızlar takımından iki öğrencisini atayıverdi
hemen. Daha parmağımı kaldırmamıştım bile. Bana uygun görülen de tüketici
koruma kolu olmakmış. Beni onore ettiniz gerçekten. Teşekkürler. Bundan böyle
hayatımı tüketicileri bilinçlendirmeye adayacağım. Bilinçli bilinçli tüketin
ulan diyeceğim.
Pal Sokağı Çocukları’nı
o dönemde okudum. En az yılanı beklerkenki yaz günleri kadar yapayalnız olduğum
zamanlardı. Annem erkek çocuklarla oynamama izin vermezdi o yaşlarda. Bense
çoktan bu maceraperest çocukların çetesine katılmış, onların dünyasına karışıp
gitmiştim. Dövüşüyor, mücadele ediyor, kahraman oluyorduk birlikte. İlk defa
bir kitapla örgütlendim. Beşinci sınıfın sonunda, kararımı uyguladım. Son hafta,
kitaplıktan Pal Sokağı Çocukları’nı ikinci
kez aldım. Çantama koydum. Eve götürdüm. Geri vermedim. Beş yıl boyunca yediğim
dayakların bir anlamı olmuştu böylece.
Ben artık Dursun’a
ve diğer çocuklara, yani bize, yani sınıftaki sınıfa, o sessiz koroya, içimden
fısıldayarak seslenmek istemiyorum.
Bunları özellikle sana anlatıyorum dut ağacı. Beni ormanın
kalbiyle dinleyebilirsin çünkü. Anlattıklarımın hepsini gördün, burada olduğun
gibi oradaydın, biliyorum, penceremin önünde peyda olman boşuna değil.
Bir yandan da senin yaralı tarihinle özdeşleşmenin yollarını
arıyorum. Çünkü senin de kardeşlerine kıydılar, masalını talan ettiler. Tanığınım,
unutmadım. Daha dün Dersim’li kadınları gördüm, sular altında bırakılan ziyaret
yerleriyle birlikte boğulan dut ağaçları için ağıtlar yaktılar, âh ettiler
onlar. Bu yüzden bana çocukluk anılarımı hikâye etmiyorsun sadece, duyuyorum,
türlü yangınlardan haber getiriyorsun. Bizim ortak yazgımızı dillendiriyorsun.
Seninle her bakışmamızda hayal etme kuvvetim yenileniyor, faşist öğretmenleri kovalayacağımız
günlere inanıyorum. Yeryüzünün bütün ve öteki çocuklarıyla beraber.
20 Haziran 2011 Pazartesi
"Belki de içki olmasa, kahve de olmazdı, çünkü Miss Amelia’nın içkisinin bir özelliği vardır. Dilinizin üstünde temiz, belirgin bir tat bırakır, ama bir kez mideye girdi mi uzun süre insanın içini ateş basar. Hepsi bununla da kalmaz. Bilirsiniz ya, temiz bir kâğıt parçasına limon suyuyla yazılan bir yazıdan hiçbir iz kalmaz. Ama kâğıt bir dakika ateşe tutulursa harfler kahverengiye döner, anlam da ortaya çıkar. Viskiyi ateş, yazıyı da kişinin gönlünden geçen şeyler olarak düşünürseniz, Miss Amelia’nın içkisinin değerini anlarsınız. Üzerinde durulmadan geçip giden şeyler, zihnin karanlık köşelerinde barınan düşünceler ancak o zaman kavranır ve anlam bulur. Yalnızca dokuma tezgâhını, sefer tasını, yatağını, derken gene dokuma tezgâhını düşünen bir dokuma işçisi bir pazar günü bu içkiden biraz içtikten sonra gözü bir bataklık zambağına ilişebilir. Çiçeği avucuna alıp narin, altın renkli goncaya alıcı gözüyle bakabilir, o zaman içine acı kadar yoğun bir sıcaklık yayılabilir. Bir dokumacı, birden başını kaldırıp bakınca, ocak ayında bir gece yarısı, gökyüzünde, daha önce görmediği soğuk, yabansı nuru görebilir, kendi küçüklüğünden derin bir korkuya kapılıp yüreği durabilir. İşte böyle şeyler olur Miss Amelia’nın içkisinden içince. Acıdan yüreği kan ağlayabilir, ya da sevinçten başı göğe erebilir. Gel gelelim, bu deneyim ona gerçekleri göstermiştir. Ruhuna dolan sıcaklıkla, orada saklı duran yazıyı görmüştür." (Carson McCullers, Hüzünlü Kahvenin Türküsü)
19 Nisan 2011 Salı
Bu da Böyle Bir Rüyadır
Rüyamda Eren misafirim olmuş, İzmir’de bizim mekânda oturuyoruz. Çay ikram etmek için içeri mutfağa geçiyorum. O sırada aklıma geliyor, yemek koysak diyorum açtır şimdi Eren dost. Yoldan geldi. Ne yemek istersin diye soracağım, başımı çeviriyorum, Eren yok. Hay Allah, yine nereye kayboldu diye meraklanıyorum. Eren dostu aramak üzere yola koyuluyorum.
Çok kalabalık bir belediye otobüsünde buluyorum kendimi. Güya bütün gün çalışan işçiler cam kenarında oturuyormuş, böyle bir uygulama varmış. (Bir keresinde otobüsten son durakta inenlerin büyük kısmının saatler süren uzun yolculuktan sonra işten evlerine dönen yoksul insanlar olduğunu düşünmüştüm. Otobüs boşaldıkça cam kenarında oturabilmeleri de bundan. Tabi saçma bir düşünceydi bu ama bir şekilde rüyama sızıvermiş. Eyvallah.) Ben de her nasılsa cam kenarında oturmuşum. Ayaktaki yolculardan biri de abartılı makyaj yapmış rüküş bir kadın. “Yeter artık, biz de cam kenarında oturmak istiyoruz!” diye bağırmaya başlıyor. Kadına sinir oluyorum, böyle konuşamazsın bu insanlar bütün gün çalışıyor diyorum. Ağız dalaşı oluyor aramızda. Bir şekilde ineceğim yere vardığımı anlıyorum ve bu sefer de kendimi Ankara’da buluyorum.
Bilmediğim sokaklarda yürürken karşıma büyük bir bina çıkıyor. Burası bir üniversitenin fakültesiymiş. Ama yıllar önce terk edilmiş ve kullanılmaz hâle gelmiş. İçeri giriyorum. Merdivenler kırık dökük, yukarı çıkılmıyor. Binanın hayatta kalan tek yeri kantiniymiş. Burada çay satan iki kantinci amca var. Etrafta da bir sürü eski kitap. Kitaplara bakıyorum. Hepsi de 70’li yıllarda ve daha öncesinde basılmış. Hep de sevdiğim yazarların kitapları. Kesin Oğuz Atay’ın hikâyelerini bulurum burada ben diyorum. Demiryolu Hikâyecileri’ni arıyormuşum. Biraz aradıktan sonra bulup çıkarıyorum Atay’ın hikâyelerini diğer kitapların arasından. İlk basımı olabilir, epey eski görünüyor. Tozlanmış filan. Ben bu kitabı Hatice’ye götürebilirim işte diyorum. Gelmişken çay da alayım şuradan, bi güzel içeriz. Kantinci amcalardan iki çay istiyorum. Parasızmış bu kantinde çay. Amcalar çayları hazırlarken Dostoyevski’den bahsediyorlar. Bütün bu kitapları onlar okuyormuş, bu yüzden buradalarmış, o an anlıyorum.
Koltuğumun altında Atay’ın hikâye kitabı, elimde iki çay sokaklardan geçiyorum. Çaylardan biri Hatice’nin diğeri Eren’inmiş. Nihayet Hatice’nin evine geliyorum. Tren yoluna yakın, küçücük, tek göz odalı ve rüyadaki diğer her şey gibi eski bir ev imiş burası. Kapısı bile yok. İçerisi de pek güneş almıyor. Eşikte duruyorum. Hatice ben geldim. Sana çay ve kitap getirdim. Bir arkadaşım daha gelecek, diğer çay da onun diyorum. Hatice hem seviniyor beni görünce hem de mahcup oluyor. “Hazelinka kusura bakma ne olur, ama evim çok dağınık. Ayıp olacak. Şu hâle baksana,” diyor. Odada üç tane yüzleri tozlanmış ve iyice yıpranmış tekli koltuk, ortalarında da bir küçük aksak sehpa var. Koltuğun birinde bir kedi kıvrılmış uyukluyor. Hayır diyorum sana öyle geliyor, burası çok güzel bence.
Sonrası meçhul. Hatice beni içeri aldı mı, Eren çıkıp geldi mi, bilmiyorum. Bildiğim, gördüğüm kadarını anlatayım dedim. Rüyam, ilk bakışta absürt detaylardan ibaret gibi ama aslında hakikate dair çok şey söylüyor düşündükçe: Kantinciler neden Dostoyevski okumasın, cam kenarı işçilerin hakkı değil mi, Eren olsa buna ne derdi acaba gibisinden sorular uzayıp gidiyor. Atay, Hatice, tren yolu, hikâyeler arasılık, serbest çağırışımda sınır tanımazlık falan, feşmekân. Böyle sayıkladım ve yorumladım. Gündüz niyetine yazdım.
Bu vesileyle rüyamı şereflendiren, şenlendiren dostlara mahsus selam ederim. Ayrıca bu rüyanın görülmesinde emeği geçen başta bilinçdışım olmak üzere, bütün psikolojik ve psiko-patolojik kişi ve kuruluşlara teşekkürlerimi sunuyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)