30 Ocak 2011 Pazar

Ah ve An

“Hayal kurmak ne kadar zor biliyor musun?”

Babam böyledir. Sözünü söyler, susar ve sessizlik. Sahne kararır. Perde.
Bu yazıyı babamı övmek için yazmıyorum canım okur, baştan belirteyim. Keşke onu övecek kadar tanıyor olsam. Gizemli biri değil, ama gölgelerde dolaşmayı seviyor babam. Sebeb-i telifim bundan ibarettir: Babamın kendini anlatmamaktaki ustalığıyla ilgileniyorum. Mesela küçükken damdan düştüğü için üst dudağının yarık olduğunu ve bu yüzden bıyıklarını askerden geldiğinden beri hiç kesmediğini birkaç yıl önce tesadüfen öğrendim. Gereksiz bir ayrıntı gibi gelebilir ama yaralar da izleri de önemli. Sonra, gençliğinde köyde yaşarken, dağda bulduğu iki tavşanı eve getirdiğini ve çoğalan tavşanları evin bir odasında haftalarca baktığını biliyorum ki, bu da onun sıradan bir insan olmadığını düşündürüyor. Biraz daha düşündükçe albümdeki kâğıt paralar geliyor aklıma. Neredeyse otuz yıldır albümde birer fotoğraf gibi yan yana duruyor bir elli, bir de yüz lira, diğer fotoğraflarla birlikte jelatinin altında. Bir şey anlatıyor olmalılar, diyorum yıllardır özenle saklandıklarına göre. Kahramanımız eski para koleksiyoncusu değil. Nostalji düşkünlüğü de yok. Hatta antika değeri taşıyan onlarca eski kaseti ve plağı eşe dosta dağıttığını biliyorum. Bakıyorum, paraların üzerine küçük yazılarla tarih düşürülmüş. Bunlar neden burada diye soruyorum. Askerdeyken birini dedem, diğerini de yakın bir arkadaşı olan kuzeni göndermiş. O da hatıra niyetine saklamış. O yokluk ve yoksullukta, hem de askerlik yaparken, insan nasıl olur da eline geçen harçlığı sigara parası yapmak yerine tutup yıllarca saklamak için bir kenara koyar aklım ermiyor. Sonra düşülen tarihin 12 Eylül dönemini işaret ettiğini fark ediyorum. Yer: Kars, Digor. Babam sıhhiye er olarak görev yapıyor. İğne yapmayı da öyle öğrenmiş. Burada temas etmem gereken bir çelişki daha var. Babam her türden iğne, ataç, küpe ve benzeri metal cisimden nefret eder. Dokunmak bile istemez. Psikolojide bir adı olmalı bu fobinin. Militarizmin gücü böyle bir şey olsa gerek, normalde iğneye dokunmaktan imtina eden, hatta yaklaşmaya korkan bir insanı, becerikli bir sıhhiye askerine dönüştürebiliyor. Yine de babamı elinde tüfek yerine şırınga tutan bir asker olarak düşlemek daha iyi geliyor. Buraya anı-paralardan gelmiştik. Sırlarını çözmek için parçaları birleştirdiğimde gördüğüm manzara şöyle: korkunç kış günleri, her yerde kar ve zulüm var. Babam Borchert hikâyelerindeki yalnız askerler gibi kederli. Çoğu erkeğin aksine, askerlik anısı olabilecek neşeli bir hikâyesi yok. Belki de, erkeklerin eğlenerek anlattıkları askerlik anılarının gerisindeki trajediyi sezgisel olarak çözmüş. Silahtan ve iğneden nefret ediyor. Tek askerlik arkadaşı da kimseyi yanına yaklaştırmayan kocaman bir kangal köpeği. Sadece babam bu köpekle nöbet tutabiliyor. Zamanla dostluğunu kazanıyor köpeğin. Terhis olacağı vakit onu sivil kıyafetleriyle gören köpek, gözlerinden iplik iplik yaşlar akıtarak ağlıyor. Babam da onunla ağlıyor. Bu, bildiğim ikinci ağlayışı. Birincisinde on üç yaşındayken, sattığı domateslerin parasını kaybedince ağlamış çok. Çünkü o parayla Neşet Ertaş plağı alacakmış, ne zamandır sayıklıyormuş. Babaannem rahmetli, kıyamamış, “Ağlama oğlum, bir dahaki sefere alırsın,” demiş. Dindirmiş gözyaşlarını babamın. İkinci seferinde dikkat etmiş babam, parayı kaybetmeden gidip almış plağı. O plak da kayıp, nerede, kimde bilmiyor.
Sanırım, söz konusu en sevdiği türkücünün plağı bile olsa, eşyadan ziyade o ânı önemsiyor babam. Bu yüzden, beni anlayabilir. Ona ait parçaların bendeki karşılığı bu yüzden çok derin. Babamın bakışlarındaki sis, bana çok yakın. Kızı olduğum için değil, ki babam bana “kızım” demez hiç, bir ilginçlik daha size.
Şimdi, bugünlerde onun vurucu repliklerine her zamankinden daha çok ihtiyacım var, çünkü artık ben de kendimi anlatmamayı öğrenmek zorundayım. Çünkü bu şehre hiç kar yağmıyor ve benim ağlaşabileceğim bir köpek yok. Babam gibi, soluk izler bırakarak yaşamak nasıl olur, çözmeliyim. Kendimden çok ona kulak vererek. Hiç konuşmayan bir insan nasıl dinlenir, bunu da öğrenmeliyim. Şimdi beni onun zarif ve şefkatli elleri değil, ağzındaki yaradan ötürü çirkin bulduğu çocukluğu avutabilir yalnızca. Bütün bunları, iğneleri, plakları, paraları ve başka ne varsa toplayabildiğim, hepsini koklayarak onun sessiz çocukluğuna ulaşmalıyım.
Kayıp nesnelerin izini sürerek köydeki evin önüne geliyorum. Eşiğe çöküyorum. Her şey, olması gerektiği gibi. Gözlerimi kapatıyorum. O zaman rüzgâr daha güzel duyuluyor. Karşıdaki kavak ağaçlarının yaprakları hışırdıyor. O beklediğim uğultu buralarda: “Bu dünyaya ait olamayacak kadar güzel, kaybolup gider korkusuyla anlatılmayan bir an, şimdi ve burada, tek bir kereliğine. Tek bir nefes.”
Yapraklar sustuğunda, rüzgârın gittiğini anlıyorum. Gözlerim açılıyor. Karşımda gördüğüm, benzemek istediğim çocuk. Gülümseyişinden ve üst dudağındaki yarıktan onu tanıyorum. Uzun uzun bakışıyoruz babamın çocukluğuyla. Sanki biliyor koruduğum ânı ve ötesini. Nihayet kurabildiğim hayali. Bunun için buradayım, anlıyor. Vakit geldi. Perde üzerimize inmeden son repliğimi söylemeliyim:
“O an,” diyorum, “Bir ömürdü.”

"Gölgeler güzel, ikili tekrar iyi
Fazla anlatıp durma sendeki bu şeyi"

9 Ocak 2011 Pazar

Bir "Türkçe öğretmenleri paylaşım sitesi"nde, "Türkçeyi düzgün kullanma"yla ilgili afiş çalışmasına getirdiğim eleştiri ve aldığım cevabı siz sevgili okurlarımla paylaşmak istiyorum. Afiş, "Yahşi Cazibe" isimli dizideki karakterler kullanılarak hazırlanmış. Epey renkli. Dizideki karakterlerin resimleri kopyalanmış, resimlerden konuşma balonları çıkıyor. Ben sadece konuşmaların ilgili kısmını aktaracağım. Öncesinde küçük bir not: Afiş çalışmaları gerçekten işe yarıyor. Çocukların görsel zekâsını harekete geçiriyor, dikkat çekiyor falan. Öğreteceğiniz konuyu akılda kalıcı ifadelerle, resimlerle özetliyorsunuz. Asıl dikkat çekilmesi gereken noktayı ön plana çıkartıyorsunuz. Eğitim sisteminde yapılan büyük devrimden sonra çocukların baş belası olan "performans ödevi" olarak hazırlaması için çocuğa da verilebiliyor bu görev. Neyse, afişteki konuşmalar aşağıdadır:

1- Cazibe : Kemal durmadan menim danışdığım dile Azerice veyahut Azerbaycanca deyip durursan.

2- Kemal : Diyorum evet, n’oldu ki?

3- Cazibe : Ne oldusu var mı! Azerbaycan’da konuşulan ÖzTürkçe’dir. Sen bunu bilmeyirsen? Hem de ona Azerî Türkçesi denir. Buradaki ile oradaki farklı dil değildir!

4- Kemal : Hımm. Bunu da öğrenmiş olduk, doğru diyorsun aslında ama yeter artık sen de Türkiye’de konuşulan Türkçe’yi öğren, kaç aydır Türkiye’desin.

5- Simge: Aaaa. Cazi (Cazibe) ama bak Kemal abin doğru söylüyor. Artık sen Türkiye’de yaşıyorsan Türkçe’yi “perfecto ( pörfekto)” konuşmalısın. “It’s very important for you know? (its veri importınt for yu nov?) ”

6- Cazibe : (İmalı bir şekilde) Yeeees, men de sizin gibi günün birinde “pörfekto” Türkçe danışabilerem.

7- Hulusi Bey : Bak Kemal ben 3 şeyden nefret ederim:

1) Otobüste yaşlılara yer vermemek için gençlerin uyuma taklidi yapması

2) Damacanadan küçük şişeye su boşaltırken cılup cılup ettiğinde onun sayısını tutturamayıp küçük şişeden suların etrafa fışkırması

3) Türkoğlu Türk olmasına rağmen bir kişinin yeni bir dükkan açtığında adını ingilizce koyması.

Benden önce 20'den fazla kişi afişi hazırlayan öğretmene teşekkür etmiş. Herhalde güzel bir çalışma diye düşünerek indirdim ve yukarıdaki çalışmayla karşılaştım. Şöyle bir cevap yazdım:

"Sayın Hocam,

"Yahşi Cazibe" afişiniz yanlış bilgi barındırıyor. Azeri Türkçesi ile ilgili konuşma balonu hatalıdır. "Azerice Öztürkçe" değildir. Türkçenin bir lehçesidir. Bizim konuştuğumuz Türkiye Türkçesi de Türkçenin bir lehçesidir. Türkçe ne kadar Öztürkçe değilse Azerice de o kadar Öztürkçe değildir.

Bu dile Rusça, İngilizce, Arapça ve Farsçadan pek çok sözcük girmiştir. Çağdaş diller kategorisinde yer alan bir dile nasıl Öztürkçe diyebiliriz?

İkinci olarak, "Buradaki dil ile oradaki farklı değildir" demişsiniz. Bu söylediğinizle Azerice ile Türkçeyi eşitlemiş oluyorsunuz. Lehçenin tanımı:

Bir dilin tarihî, siyasî, sosyal ve kültürel nedenlerle değişik bölgelerde, zamanla ses yapısı, şekil yapısı ve kelime hazinesi bakımından önemli farklarla birbirinden ayrılan kollarından her biri: Türkçenin Anadolu, Azerî, Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen lehçeleri gibi.

Lehçe, dilin birbirinden ayrışmış kollarıdır. Söyledikleriniz, bu ayrımları bilmeyen çocukların kafasında Azerice ile Türkçenin birbirinin aynı iki dil olduğu şeklinde kodlanacaktır. Oysa bu ikisi aynı dilin ayrışmış kollarıdır.

Üçüncü olarak, bir dilin nasıl adlandırılacağı o dili konuşan insanların insiyatifindedir. Bize nasıl "Konuştuğunuz dilin adı 'Türkçe' değil, 'Türkiye Türkçesi'dir" denemeyecekse, kendi dillerini "Azerice" olarak adlandıran bir topluma da sizin dilinizin adı "Azerice" değil "Azeri Türkçesi"dir denemez. (Azeriler kendi dillerini "Azerice" olarak adlandırılar.)

Afişin son baloncuğunda yer alan, İngilizce tabelalara itiraz noktanızın da hatalı olduğunu düşünüyorum. Yabancı dilde tabela meselesi eleştirilmelidir kuşkusuz. Ancak bunu çocuklar için hazırlanan bir afişte "Türk oğlu Türk olmak" gibi millî hasletlere dayandırmak sakıncalıdır. Dilimizi korumak için Türk oğlu Türk olmak gibi bir gerekçeye ihtiyacımız yok. Mesela ben Türk oğlu Türk değilim, ama anadilimi korumam gerektiğini biliyorum. Dilimize sahip çıkmayı Türk olmakla değil, Türkçe konuşmakla ilişkilendimeliyiz.

İyi çalışmalar..

N."
Şöyle bir cevap gelmiş gönderime:

"ngulmen öğretmenim (normalde hocam derim ama ...)bir gün bir hocamız şöyle bir şey anlattı:"rusların senelerce demir yumruğu altında hakikaten ezilmiş ve onların zorla dayattığı kültürle yetişmiş öğrencilerinbir futbol maçını izlediklerine şahit olmuş. biz olsak senelerce bize eziyet eden ruslara nefretle haykırır karşısında hangi ülkenin takımı varsa onu tutarız değil mi? onlarsa rusları destekliyorlarmış. şimdi bu şekilde yetişmiş bir nesil kendi diline azerice demekte ısrar edebilir ama unutmayın osmanlının torunu olan da onlar değil biziz. biz onlar gibi senelerdir bir kültür bozma çalışmasıne maruz bırakılmışız ama onların 15 yılda kabullendiğini biz yıllardır kabullenmedik ve kim olduğumuzu unutmadık. ha amaç nedir azerice dedirtilmesinde, amaç:" Türkiye Türklerinden farklısınız, diğer Türklerden de farklısınıuz, ayrısınız diliniz de başka" fikridir. büyük olan eskiden bizdik şayet ki tekrar Türk devletleri bir olacaksa, büyük olan baş olacak olan yine biziz, o yüzden onlar istedikleri kadar ısrar etsinler azerice demekte, o dilin adı Azeri Türkçesi'dir, onlar öyle demekte ısrar etsinler biz büyük olarak "inisiyatif" kullanma hakkında sahibiz, vakti gelince büyük olarak doğrusunu tekrar gösteririz.(fazla uzatmayacağım bu kısmı sanırım anlaşıldı)
3.baloncukta ÖzTürkçe derken Türkiyedeki Türkçe de aman aman bir özlük var anlamında yazmamıştım zaten, siz biraz farklı algılamışsınız sanırım.
son bölümde ise milli hasletlere dayandırmamalıyız demişsiniz, "Ne Mutlu Türk'üm diyene" deyişinin ilk kısmı " Türk demek Türkçe demektir" dir. Türk demek Türkçe demekse Türkçe konuşan herkes Türk kimliğinin o geniş yelpazesi altındadır demek ki. sonra der ben şuyum ben buyum diye. bence! ha bu afişteki yazıyı laz kökenli bir öğretmen arkadaş "laz oğlu laz olmasına rağmen ..." diye de değiştirebilir. ama! millî hasletlere dayandırırım hocam, orası benim sınıfım, benim sınıfımda ""Türk'çe"" öğrenilir konuşulur, düşünülür, yazılır, savunulur ...
ilginize teşekkür ederim ...
(bazı yazım hataları için kusura bakmayın üstünkörü kontrol ettim)"

Hocamın "ÖzTürkçe"yle kastetiği "Öz be öz Türkçe"ymiş meğer.
Gerisi "mavi ekran".
Cevapla



Düzenle