22 Temmuz 2010 Perşembe

Habip Abi

Şakiro dinliyorum. Bir bölük insan “Özcan Deniz’in amcası” olarak biliyor kendisini. Bana sorulursa –kim soracak bilmiyorum ama-, Özcan Deniz Şakiro’nun yeğenidir. Yani bir amca-yeğen referansıyla, ikisinden birini taltif edeceksek, bu Şakiro olmaz, Özcan Deniz olur. Evet, Şakiro dinliyorum. Rojda’nın, “üzerine” şarkı söylediği ve bence gayet de iyi yaptığı “Hey Dil”. “Ey Gönül” diye çevirebilirim hemencecik. Enstrüman yok, stüdyo yok; ses var sadece ve cemaat var. Muhtemelen köy odası. Şakiro söylüyor, insanlar dinliyor. Şimdi de ben dinliyorum. Bir odada. Kızıltepe’de.


Evde, apartmanda benim bilmediğim bir düzen var. Bunu, bu gelişimde daha iyi anladım. Yani, bir işleyişin olduğunu, bu işleyişi bilmediğimi, bilmemin de ancak burada yaşamaya başlamamla mümkün olacağını bu gelişimde anladım sanırım. Bu anlama halimin içinde, eve dair düşünmemin, gündüzleri yaşama mesaisinin etkisi olabilir ama asıl sebep sanıyorum “ev”e dair bir şeyler yazmak fikri ve alakası oldu. Bu alakayla etrafa bakınca, bir şeyler anlaşılır oluyor daha çok. Fark etmeye de başlıyorum yavaş yavaş: Burada “farkındalık” diyebilirdim -ama desem, word bile altını çizermiş. Gerçi gerzek word, “word” kelimesinin de altını kırmızıyla çiziyor. Büyük yazmamış gerekiyormuş. Bu hayatta büyük yazmak gereken daha mühim şeyler var. Biliyorum. Word ve altını çizme demişken, bir arkadaşımın yıllar evvel yaptığı bir şeyi hatırladım, buraya da kaydedeyim. Artık iyice elimiz ayağımız olan word isimli bu arkadaş, bir zamanlar “Kürt” kelimesinin de altını kırmızıyla çiziyordu. Tanımlanmayan, kabul görmeyen bir “kelime” olarak “Kürt”. O arkadaşım, içip içip sayfalar dolu “Kürt” yazdığını anlatmıştı. Üstelik şimdilerde söylendiği gibi söylersem, “copy-paste değil alın teri” usulüyle. Yani her seferinde bu dört tuşa basarak, bu dört harfe.


Apartmana, işleyişe, anlamadıklarıma gelirsek. Evet mesela “taşra”da halen camdan cama bakışma ve bunu herkesin bildiği gerçeği var. Bizim apartmandan birileriyle karşı apartmandan birileri perdelerin ardından bakışıyorlar ve bunu herkes biliyor. Yan komşu sürekli oğluna bağırıyor mesela, ben ilk defa rahatsız oluyorum, annem “E yıllardır böyle bu” diyor. Birbirine selam verenler, vermeyenler, kavgalılar, küsler, yeni açılan yerler; bütün bunların bir sosyolojisi, kendi içinde bir anlamı var ve dışarıdan bunu anlamak kesinlikle çok zor. Ama “gerçek” her yerde gerçek. Buraya, bundan bahsetmeye geldim zaten. Zalimden ve mazlumdan. Ne kadar “bayık” bir mesele, değil mi?


Apartmanda Şiyar isimli bir kapıcı vardı düne kadar. Öğleden sonra evde ekseri yalnız olduğumdan çaldığı kapıyı ben açıyordum. Muhtemelen 15-16 yaşlarında bir genç, bizim apartmanda kapıcı olmasına da babamlar sebep olmuş. Birinin ya akrabası ya tanıdığıymış, işsiz kalınca da bizim apartmana almışlar. Yine “anlamadığım” bir dolu sebepten ötürü kendisinden şikâyetçiymiş apartman sakinleri. Ve müsebbip babam olduğu için de, konunun bizim evle doğrudan bir alakası oluştu. Çıkarılmasını istemiyorlardı bizimkiler ama anladığım kadarıyla, yaptığı işleri yarım yamalak yapan, biraz da serseri ruhlu bir genç oğlan Şiyar. “Hizmet sektörü”nün en sıkıntılı aşamalarından birinde çalışan, gencecik bir çocuk olarak, serseri ruhlu olması, deli gibi birbirine bağıran insanlara “hizmet” ederken suratını asması, kaytarmaya çalışması sürpriz de değil, anormal de. Hasılı, konsensüs, Şiyar’ı işinden etti. Sanırım o da çok üzülmemiştir; annem bunu aslında onun da istediğine benzer bir şeyler söyledi akşam. Sonra kapı çaldı, teyzemin eşi yanında biriyle gelmiş. Sonradan adının Habip olduğunu öğreneceğiz yanındaki kişinin; 36 yaşında olduğunu, iş aradığını, tesadüfen teyzemin çalıştığı sağlık ocağına gittiğini, orada teyzeme meramını anlattığını, teyzemin de aklına bizim apartmanda kapıcı arandığını söylediğini ve nihayet bizimkilerle tanışmaya geldiğini de. O ilk an, kapının açılması, kapıdaki iki kişiden birinin ellerini önüne kavuşturup “medet” bekliyor gibi beklemesi, aslında “gibi”ye de lüzum yok, medet beklemesi ve “medet”in karşılığının bizim kapı olması çok “fazla” geldi bize. Biz: Kapıyı açan ve içeride yemek yiyor olan dört kişilik bir aile. Birçok kusura, birçok sıkıntıya, çoğu yerde her an karşımıza çıkabilecek benzer reflekslere sahip bu aile için, rahatlıkla diyebileceğim bir şey varsa, o da “zalimin tarafı”nda olmayı kesinlikle reddetmiş olmasıdır. Bunu, bir “gereklilik” olarak da yapmamıştır üstelik bu aile, fıtraten yapmıştır, “verili” olanı uygulamıştır ve mazlum olmanın ne demek olduğu bilmiş, sık sık da tecrübe etmiştir. Hem mensup olduğu etnik durum dolayısıyla, hem sınıfıyla –bu sınıfın çelişkileriyle de-, hem de kendisinin dışındakilerle vuku bulmuş gönüllü/mecburi ilişkilerle. Evet, zalim olmamış, buna gönül indirmemiş, bir kere bile meyletmemiş bir aile olduğuna gözlerimle yemin edebilirim mensubu olduğum bu dört kişilik ailenin. Ve Habip isimli bir adam, bu ailenin kapısını, iki eli önünde kavuşmuş bir şekilde, boynunun büküklüğünü de yanına alıp çalınca, biz öylece kalakaldık. Kapının önüyle dışı arasında bir fark olmadığını hemencecik söylemek mümkün olmayacağı için de, bolca mahcup olduk, bolca başımızı önümüze eğdik, bolca susuştuk. Habip’le kısa konuşmasının ardından yemeğe dönen annem kimseye bakmadı bir süre, yediğimiz şeyin yemek olarak kıymeti falan da kalmamıştı zaten, bir süre sonra kalktık sofradan. Sonra annem Habip’i çağırdı, “iş” denilen şey zaten onundu, geldiğinde yemek yiyorduk, davet etmeyi hiçbirimiz akıl etmemiştik ve eğer vakti varsa yemek yer miydi? Geldi, hâlâ mahcup, o mahcup biz mahcup, ne yapacağımı bilmeden salona geçtik. Habip, annesini 36 gün önce kaybettiğini söyledi. Sustuk. Daha önce, “İstasyon” isimli yerde, Sanayi’de bir makarna fabrikasında çalıştığını ve annesinin taziyesinden dolayı fabrikaya gidemediği günlerde meğer işten çıkarıldığını anlattı. Sustuk. Cebinden annesinin fotoğrafını çıkarıyordu ki, ben salondan çıktım. Odaya geldim, elim sigaraya gitti, elim sigaraya. Salona geçtim, Habip devam ediyordu, abisinin iki çocuğuyla beraber sefil olduğunu, iş de bulamadıklarını, bu işin bütün ailesi için nasıl iyi olacağını söyledi. Sustuk. Annem artık ağlamasını aşikâr etmişti. Sonra Habip, adımı sordu, söyledim, ardından da “Bir sigara yakabilir miyim Said Hocam?” dedi; “Abi kurbanın olayım” dedim. Yaktı, bu sefer hepimiz sustuk. “Allah” dedi Habip, “bir kapıyı kapar diğerini…” diyordu, susmadım artık. Habip’e dedim, bunu ben kendime çok dediğimi de dedim, zalimler taziye dinlemiyor dedim Allah dinlemiyor, hak dinlemiyor, usul dinlemiyor, izan dinlemiyor, insanlık dinlemiyor dedim, böyle bozuk bozuk söyledim. Gitmiyorsun, ne için gitmediğini merak etmiyor dedim. Senden çalarak kazandığı arabasına bindiğinde bugün işten çıkardığı insanın kim olduğunu bile bilmiyor dedim. Allah’ın dedim bir kapıyı açmasını biz beklememeliyiz dedim. “İnşirah” kelimesini de, sûresini de biliyoruz ama elimizle açmamız gereken kapılar olduğunu dedim. Elimiz yetmiyorsa, ayağımızla tekmelememiz gereken kapılar olduğunu dedim. Türkçe söyledim, Kürtçe söyledim, ben aslında bunların kaçını söyledim? “Habip Abi,” dedim ama, “Sigara için izin mi alıyorsun kurban olayım? Allah aşkına iç.” dedim. Zalim hep zalim, mazlum zalimi gözünden tanır da dedim.


Habip Abi dedim, ben bunları anlatırsam neye yarayacak?
dedim mi, demedim mi bilmiyorum. Ben çoğu zaman bu sorunun cevabını aramak için yazıyorum zaten.


Habip Abi, gel biz Şakiro dinleyelim.

20 Temmuz 2010 Salı

Animals with the Tollkeeper: Bir Hayal Kırıklığı Olarak Hakikat



İşte “Animals with the Tollkeeper”, “İnsanlar Melekler ve Hayvanlar” diye çevrilmiş filmin adı Türkçe’ye. 1998 yapımı, Amerikan bağımsız sinemasından.

Filmin baş karakteri şehirden ve insanlardan epey sıkılmış talihsiz bir taksi şoförü. Bir gün intihar etmekten vazgeçtiği sırada arabasına aldığı üç gizemli ihtiyarın hayata ve ölüme dair anlattıklarından etkilenir. Her şeyi arkasında bırakır ve izlediği yol onu küçük bir kasabaya götürür. Orada haşarı erkek kardeşi ve geçimsiz annesiyle yaşayan genç bir kadınla karşılaşır. Ve tabii ki aşk, ilk bakışta başlar.

Filmin büyük bölümü adamın kadının izini sürdüğü kaçma kovalama sahnelerinden oluşuyor. Adam kadına kendini kabul ettirmek ve bir yabancıya güvenmesini sağlamak için oldukça çaba harcıyor. Hemen birlikte olmamaları önemli, nitekim vuslat ertelendikçe hikâye derinleşiyor. İki âşık, birbirlerini anlamak için yavaş yavaş kendilerine özgü bir dil geliştiriyorlar. Sözcüklerle değil, nesnelerle konuşuyorlar bu dili. Böylece hikâyenin dünyası, kelimelerin yerini nesnelerin aldığı soyut bir rüya mekanına dönüşüyor. Filmin bir yerinde, yine bu kovalamaca sürerken adam, kadını yakaladığı sırada kadının elindeki müzik kutusu düşüp kırılıyor. Kadın, önce yerdeki kırık müzik kutusuna sonra adama bakıyor. Gözlerinde öfke ve acı var. Hızla uzaklaşıyor. Sonraki sahnede adamı müzik kutusunu onarırken görüyoruz. Kutunun mekanizmasını küçücük parçaları yeniden yerleştirerek kuruyor adam. Müzik kutusunu onarmak, kırılmış bir kalbi iyileştirmek gibi. Zor ve ince iş.

Şiir tadında bir sahne daha: Kadın, üzerinde ince bir gecelikle bir kova tuzu başından aşağı döküyor. Adam uzaktan, kadının bahçede tuzla yıkanmasını izliyor. Kadın gittikten sonra yere yayılmış olan tuz birikintisine uzanıyor, gözlerini kapıyor. Birbirlerine dokunmadan, tuzun beyazlığında tenleri birleşiyor.

Fotoğraftaki sahne de filmdeki şiirsel anlatımı güçlendiren sahnelerden biri. Ayrıca burada Magritte’in meşhur The Lovers’ına selam çakılmış gibi. Hikâyenin gelip dayandığı son ise oldukça yadırgatıcı ve ironik. Adam, hızlı bir vazgeçişle kendini olmadık bir uçuruma bırakıyor. Buna ayrılık uçurumu denilebilir. Ve kendini, başka bir zaman diliminde, siyah beyaz bir belgeselin kurmaca dünyasında buluyor. Filmin başından aşinayız bu dünyaya. Hayat, adam için yeniden anlamsızlaşıyor.

Gerçek iyice belirsizleşerek yerini hayal kırıklığına bırakıyor filmin sonunda. Velhasıl, zarif, düşsel bir aşk anlatısı absürd bir belgeselin basit kurgusuyla nihayete eriyor. Adam, ne olduğunu anlayamamış bir halde şaşkın şaşkın etrafa bakınırken, kirli bir su birikintisinde yüzmeye çalışan yorgun bir kuğu görüyor burada.

Kadını bulduğunda hissettiği büyülü duygu artık yok. Aşkla birlikte düş gücünü ve güzel anlamları da geride bıraktı. Yine de pişman olmamalı. Çünkü ne kadar estetize edilirse edilsin, neticede aşk bir marazdır ve ayrılık her şeyin ilacıdır. Hem bu siyah beyaz belgesel dünyasında herkesin bir amacı ve garip olsa da her şeyin bir manası var. Daha ne olsun.