4 Haziran 2010 Cuma

1- İlhan Berk Okumak


Ben, hayatımın bir kısmını yolculuk yaparak geçirdim. Cümleyi, “Ben hayatımın bir kısmını yolda geçirdim.” diyerek tashih edebilirim. Bunu yapmamış mı oldum? Evet, aslında yapmamış oldum. Derdimiz, “anlatıcı”, “edebiyatın sınırları”, “dil”, “Chomsky” falan değil ne yazık ki. Olsa, eminim daha fiyakalı olurdu. Ama olmayacak. Küçük bir “şey” anlatacağım. Hikâye demek mümkün ama o kadar güzel hikâyeler okudum ki ben bu hayatta, kendi anlattıklarıma hikâye demekten hicap duyarım anca. Bir de not düşeyim paragraftan atlamadan; hicap ve mahcup aynı köktendir. “Sudan asıllı İngiliz” yazar olan adamın adı da “Jamal Mahjoub” değil, gayet Cemal Mahcup’tur. Ki biz, Cemal ismini ne çok severiz.

Yolculuk diyordum, ben bazen trenlere de bindim. İlk tren yolculuğumu da anlatmak mümkün ama hâlâ konumuz bu değil. Yani hâlâ “konumuz bu değil” fazındayız. Henüz anlatacağım asıl şeye gelemedik. Tren, evet. Bize yapılanların, gene bize süslenerek satıldığı “hizmet”lerden biri olan “Yüksek Hızlı Tren”lerin ikinci seferinde bulunmuş, gözü toprağa bakanlardan biriyim. Çünkü o hızlı trenin (bundan sonra “yüksek” kısmı anılmayacak) ilk seferlerine binme cesaretine medya ve dolayısıyla insanlar, bir intihar yakıştırması yapıyordu. Bu da, bir tek “bizim” başımıza gelir; ortada yeni bir “hamle” var ama kimse o hamlenin salahiyetinden emin değil. Acaba devrilecek mi? Tren yoldan çıkmadı ama ben kelime oyunları yapmaya devam ettim. Sözgelimi, tren yoldan çıkmadı ama ben yoldan çıkmaya devam ettim. Yoksa nasıl hâlâ müzik dinleyebilirdim ki?

Lise anılarını çok sık hatırlayan insanların dâhil olduğu bir sosyolojik grup var mıdır bilmiyorum ama ben artık lise anılarına, “hatıra” diyecek vakte gelmişim. Ben henüz o zamanlar hatıra olmamışken de bu evde yaşıyordum. O zaman da bu ev beşinci kattaydı, yirmi biri beşle çarptığında ne çıkıyorsa, o kadar merdiven vardı o zaman da burada. O zaman da odam üç adım ediyordu. Ben kapısı nedense hiçbir zaman tam olarak kapanmayan odamdan çıktığımda iki tane karoya basmama gereği hissederdim o zaman da. Yerine tam oturmamış ve yıllardır öylece duran o iki karoya bastığımda ses gelir çünkü. O zamanlar da geliyordu ve ben ne kadar basmamaya çalışırsam yine ses çıkarırdım o karolardan. O zamanlar da ben geceleri uyumazdım, bunu nereden öğrendiğimi artık hatırlamıyorum. O zaman geçerli bir sebep bulmuşumdur muhtemelen kendime. Ben kendime sebepler bulmakta ustayımdır. Bak nereden nereye geliyoruz. Olsun, devam. Ben o zaman sigara içmiyordum. Şimdi, küllüğü karolara basa basa mutfağa götürüp, “Tamam bu gece yeter, artık içmeyeceğim.” diyorum, sonra sigara yakıp küllüğü arıyorum masanın üzerinde. Sonra gene karolar, gerisini biliyorsunuz zaten. Ben o zaman askerlik yapmamıştım, Ece Ajandası almamıştım Beyoğlu’ndan. Şimdi bunca şeyi anlatıyorum, oysa çok başka bir şey anlatmak üzere,. Anlatacağım dur. Biraz daha sabır. Ece Ajandası’na ben, şimdi kalkıp defteri bulmayacağım, “Edebiyat askerde hayat kurtarır.” yazmıştım. Ben askerde bu odada oturup yazı yazma hayalleri kuruyordum oysa gecelerdir sadece küllüğü mutfağa getirip götürüyorum. Karolara basıyorum ve aynı “tak” sesi. Ben bunları anlatıyorum da ne yapmış oluyorum? Ben hiçbir zaman “çok faydalı” şeyler yazmadım. Yazacak mıyım bilmiyorum. Fabrikalara gittiğim gün, ben bazı şeylere cesaret ettiğim gün, mesela sol omzumdan şikâyet etmediğim bir gün, mesela midemden şikâyet etmediğim bir gün belki de faydalı şeyler yazacağım. Ama edebiyat hayat kurtarıyor. Bunu keşke “öylesine” söylüyor olsaydım. Ama ben bunu tecrübe ettim. Hadi hayat kurtaralım. Karolara basarak, hafızadan hatıra devşirerek, küllüğü getirip götürerek, durarak, durarak, durarak. Bazen hayatımı durarak kurtarıyorum ben. Sokağa çıkmaya cesaret edemiyorum. Bu ev beşinci katta, yirmi bir çarpı beş merdivenle çıkılıyor ve Neşet Ertaş şarkı söylüyor. Sol omzum ağrıyor, kitaplarda edebiyat var ve odamda birçok kitap. Hatıram ve hafızam. Ece Ajandam. Bazı tren yolculuklarım.

Trende bir adam vardı, benim hemen çaprazımda oturuyordu. Ankara’dan Eskişehir’e yahut Eskişehir’den Ankara’ya şimdi emin değilim, çok mühim bir işi halletmek üzere seyahat ediyor gibiydi. Onunkinin adı seyahat olmalı, benimkinin adı yolculuktu çünkü. Adamın üzerinde gök mavisi bir gömlek vardı, altında sadece onun gibilerin üzerinde çok ütülü duracak bir pantolon. Çok zarifti adam, eminim hayatının hiçbir döneminde benim kadar hırpani olmamıştı. Saçlarında kepekle dışarı çıkmaktan ödü kopmuştu muhtemelen gençliğinde. Çocuklarının, kendi arkadaşlarına anlatacakları maceralar yaşamıştı eminim ama muhtemelen hiç barikat tekmelememişti. İçmişti ama eminim hiç kusmamıştı. Bazı insanlar böyledir, yaptıkları her şeyi kendilerine çok yakıştırırlar. Aynı gömleği iki kişi giyer, birinde paçavraya dönüşür o kumaş parçası. İşte bu adam hep o diğeriydi. Karikatür olsun diye demiyorum ama eminim jazz dinlemeyi çok seviyordu ve birçok İngilizce şarkıyı doğru telaffuzlarıyla hatırlıyordu. Ben, o sırada yanımızdan geçen arabalı garsondan bir topkek alabilmiştim ancak yolculuğa dair. O, kâğıt poşetinden bile şıklık akan bir café’den sandviç yaptırmıştı kendine. Ben o sandviçi yemeye kalksam, her yerime bulaştırırdım. O ise özenle açtığı koltuk arkası masasında, hiç bulaştırmadan yemeyi becerebiliyordu. Sabahın köründe, evdekileri uyandırmamak için yerine oturmamış iki karoya basmamak gibi bir telaşı olmamıştı hiç onun. Tembellikten ölüp, habire “üçü bir arada” içmemişti hiç. Küllüğü boşaltıp boşaltıp durmamıştı. O adam, işte “o sınıf”ın şahane bir mensubuydu. Oysa ben bütün kusurlarımla, bütün kepeklerimle, bütün kötü kokularımla, üstelik ona benzeyen “huy”larımla, ondan çok uzaktaydım. İkimiz de kitap okuyorduk. İkimizin de elinde bizi aynılaştırmaya niyetli (ve buna kadir) bir nesne vardı. İkimizin kitabı da aynı yayınevinin birer mamulüydü. Merkezi Galatasaray’da olan Yapı Kredi Yayınları’nın mimari tarihini, eskiden etrafında duran binaları falan eminim benden daha iyi biliyordu o. Bir yandan sandviçini, elindeki garip renkli bir peçeteyle ve etrafa hiç bulaştırmadan yerken, bir yandan kitabını okuyabiliyordu. Ben topkek parçalarını çoktan düşürmüştüm kitaba. Muhtemelen sakalımda da birkaç küçük parça kalmıştı. Çöpü nereye atacağımı düşünerek zulmediyordum kendime. O, peçetesini katlayıp şık kâğıt kabın içine koyuyordu. Elindeki kitabı o, muhtemelen kredi kartıyla tek çekim almıştı. Ben ise okul kütüphanesinden aşırmıştım. İkimiz de İlhan Berk okuyorduk o trende.

Ece Ayhan’ın evi yandığında İlhan Berk’in ona ne dediğini hangimiz biliyorduk? Cemal Süreya’nın İstanbul’da kaç kira evi değiştirdiğini? Sezai Karakoç’un maaşını aldığında, yarısını her ay kime kaptırdığını? Bazı apartmanların beş katlı olduğunu ikimiz de biliyorduk da, hangimiz beşinci katta küllük taşımıştık mutfağa? Hangimiz barikat tekmelerken Akif Kurtuluş şiirlerini düşünmüştük?

Edebiyat hangimizin hayatını kurtaracak şimdi?

Onun mu, benim mi?