18 Kasım 2011 Cuma

Dilsiz Geçmiş Zaman

                                                                                                                     
İşte yine baş başayız dut ağacı. Bu yaz yaşadığım en güzel şey seninle ilk bakışmamızdı. Çünkü bazı zamanları sadece dut ağaçlarının altında tekrarlayabildim ben. Köydeki yazları mesela. Ceviz ağacı olsaydın bana babamın türkülerini getirirdin. Gölgende söylediği uzun havaları. En çok Huma Kuşu’nu hatırlatırdın. Kirpikleri ıslanan mıyım, deli gönlü uslanan mı diye sorardım. Ama sen dut ağacısın, torunlarını sırtında gezdiren dedemin çocuk kahkahalarını duyurabilirsin kalbime. Yaz günlerinin serin şenliğini, bahçelerde geçen, iş ve oyunun birbirine karıştığı dingin zamanları sende bulabilirim. Yazı ve sonrasını sana anlatabilirim.

Bu yazlardan birinde, ben yılanı gördüm. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Balkonda, asmanın altında oyuncaklarım vardı. Onları almak için balkona çıktığımda yılan da oradaydı. Oyuncaklarımın arasında uzanmıştı öylece. Upuzun, simsiyah.  
Bağırdım. Oyuncaklarımın her biri bir yana savruldu. Gitmişti.
Daha sonraları da başka yılanlar gördüğüm oldu. Ama hiç korkmadım. Öylece baktım sadece arkalarından. Galiba bütün korkumu ilk karşılaşmada tüketmiştim. Korkumdan geriye taşların arasında kayıp gözden yiten yılanın sırrı ve izi kalmıştı. Artık onu sevebilirdim. Günlerce balkonda oturup fısıltısını duymayı bekledim. Bütün bir yaz boşuna bir bekleyişle geçip gitti.

Sonra güz ve ardından da kış geldi ki ikisi arasında pek fark yoktu o zamanlar benim için, biri diğerinden daha soğuktu o kadar. Yazın bitmesi, okulun başlaması demekti. Köyden ayrılmak, uzakları özlemeye, hayal etmeye başlamak demekti. Güneşten sakınma çabalarıyla boy sırasında bitmeyen dikilmeler başlardı yaz bitince. Okul vakti. Eylül, aynı zamanda, kesildikçe beyaz fayanslara yayılan ve sonra bir seferde süpürülüp yok edilen saçlarımın yarısıydı. Tam da uzamaya başlamışken ayrılırdım onlardan. Bu yüzden hep kısaydı saçlarım, hem de çok ama çok kısaydılar. Annem her okul zamanı kolumdan çekiştire çekiştire mahalledeki kuaföre sürüklerdi beni. İlk zamanlar edepsizce direndiğim bu seremoniyi zamanla kabullendim, yerdeki saç ölülerine basmadan geçip gitmeyi bildim. Hikâyeyi ezberlemiştim artık: Birazdan makas kulağıma değecek ıslak ve soğuk bir dil gibi sinir edecek beni. Yine de kırp kırp sesleri eğlenceli gibi. Az kaldı. Bitmek üzere. Evet bitti işte. Şimdi fırça ensemde turlayacak bir iki. Hafif bir gıdıklanma, tozlu kaşıntı. Bu da tamam. Son aşama fön makinesi oluyor. Biraz yakıyor ama kısa sürüyor, sorun değil. İşte bu da bitti. Tek yapmam gereken aynadaki kendimle göz göze gelmeden geriye kalan saçıma şöyle bir bakış atabilmek. Evet, oldu. Baktım, bitti. Bir daha uzamayacak, uzayamaz! Böylece sürekli kesilen saçlarımın bundan böyle kesilmese de uzamayacağına inanmaya başladım. Ha kısa, ha daha az kısa. Kesilip kesilmemeleri arasındaki fark güz ve kış arasındaki fark kadardı benim için. Hâlâ da öyle.
(Bilenler bilir, bütün çocuklar bitlenir ama yoksul kız çocukları hep kısa saçlıdır.)

Bütün bu işkence, annemin beni okula teslim etmeden önce steril hâle getirme sürecinin bir parçasıydı. Mavi önlük, beyaz yakalık, özenle ciltlenmiş pırıl pırıl kapaklı defterler, etiketleri bile ışıldıyor. Renkli kalemler, kokulu silgi, hepsi de itinayla yerleştirilmiş. Fakat zaman geçtikçe nesneler yoksulluğu gizleyemez olur. Daha ilk günden adım gibi emindim ki, dönem sonu gelmeden o defterler ortadan ayrılacak, sayfa kenarları kıvrılıp üst üste binecek. Ciltlerin rengi ağardıkça üzerlerindeki güzelim çiçekler de solacak ve ben hiçbir şey yapamayacağım bunlar olurken. Kalemlerin yarısı birer birer yitip gidecek. Kalan yarısı ya kırılacak, ya küçülüp iş görmez olacak. Silgi zaten ilk günden kaybolacak. Hatta eminim annem yeni bir tane daha alacak, boynuma asacağım onu ince bir iple ve fakat onu da bir şekilde kaybetmeyi başaracağım. Bu sefer annem kocaman bir silgi alacak kırtasiyeden ve her gün bir parça kesip verecek bana “Al çocuğum bugün bunu kaybet,” diyecek sinirleri bozulmuş bir hâlde. Anne şimdi bana çok kızıyorsun ama ileride bir gün büyüyüp üniversiteye gittiğimde seni tanıştırdığım bütün arkadaşlarıma küçükken ne kadar şaşkın ve sorumsuz olduğumu kendine özgü espri anlayışınla dile getirirken bu silgi hikâyesini bin beş yüz kere anlatacaksın. Hızını alamayıp ikinci sınıftayken mi ne nasıl olduysa artık çantamı okulda unuttuğumu da anlatacaksın sonra. Beslenme çantası değil, bildiğin okul çantası yani. Yeri gelmişken, dokuz yaşımdayken kardeşimi parkta unutup eve geldiğimi ve onu sokak sokak aradıktan sonra en sonunda semt karakolunda bulduğumuzu da anlatmazsan darılırım vallahi. Sen bunları anlatırken hep birlikte güleceğiz şaşkınlığıma, aklı bir karış havadalığıma. Sen, arkadaşlarım, ben. Karnımız ağrıyacak gülmekten. Sen göbeğini hoplatırken ben tiz kahkahalarla vokal yapacağım sana. Arkadaşlarım da çok kafa zaten, onlar da bayılacaklar gülmekten. Kolektif krizlere doğru, çok eğleneceğiz anneciğim. İşte böyle bizim kız da daha o zamandan belliydi leyla olacağı yani. O zamanlar da aynı böyleydi. Aynı leylaydım evet. Eşyalarına da kardeşine de sahip olamayan sakar bir leyla. Kendine karşı da bir o kadar kayıtsız, dalgın, değil mi anne: Bir keresinde, dört yaşında filan olmalıyım, evden çıkmak üzereyiz, sen kapıyı çekiyorsun, kapanmıyor. Tekrar deniyorsun, daha hızlı çekiyorsun, olmuyor. Allah Allah. Sonra bir bakıyorsun, benim elimin dört parmağı kapının arasında öylece duruyor, yüzümde ne olduğunu anlamamış alık bir ifade, bakıyorum sadece. Canımın acısını bile görmüyorum. Seninle birlikte çözmeye çalışıyorum kapının neden kapanmadığını. Belki de yine bir hayal koymuşum gözümün önüne, onu kovalıyorum. Kapı kapanamazken bir yerlere dalıyorum. Ellerimi oralarda unutuyorum. Sen öpene kadar parmaklarımın acıdığını anlamıyorum. Sen öptükten sonra morardıklarını fark ediyorum ve ağlamaya başlıyorum.

Neden bu kadar dalgındım acaba anne? Neden sürekli bir şeyleri unutuyor, kaybediyordum? Derslerim iyiydi ama ben pekiyi değildim galiba. Nerelerdeydim acaba? El yazısıyla yazdığı şiirler hep sınıfın güzel yazı köşelerine asılan ben, defterlerimi neden hemen kirletiyordum? Daha dönem bitmeden yırtılıyor, kırışıyorlardı. Silgiler kayboluyor, kalemler kırılıyor, fasulyeler etrafa saçılıyor, pastel boyalar esrarengiz bir biçimde birer ikişer eksiliyor, yakalığım hep aynı yerden sökülüyor, çantama tebeşir tozu bulaşıyor, her şey durmaksızın deforme oluyor, dağılıyor, ya da tamamen yok oluyor ve derken bir sabah, ben en öndeki sıramda otururken ilk dersin başında, sınıfın ortasına yeşil, yemyeşil bir şeyler kusuyorum. Öğretmen tiksintiyle bakıyor hâlime, burnunun kenarında sinirli bir titreme. Bütün öğrenciler önce şaşırıyor, sonra gülüşmeler, kikirdemeler, ben tuvalete gönderiliyorum hemen. Arkamdan kahkahalar yükseliyor. Ama utanmıyorum, umursamıyorum, tersine, hafiflemiş hissediyorum kendimi. Bütün kaybettiklerimi içimdeki kuyuda biriktirmişim meğersem ve tek hamlede hepsini kusarak kurtulmuşum onlardan, daha ne isteyim ki. Utanmıyorum. Kusmak ayıp değil, kaybetmek hiç değil. Ayıp da değil, komik de değil, yoksullukla ilgili de değil.
Önlüğüme bakıyorum aynada, mavi ve yeşili güzel buluyorum.

O sınıfta, o sırada oturduğum yıllar boyunca zulme uğramanın sıradan bir şey olduğuna inandım. Ben de onlardandım. Bir keresinde dersle ilgilenmeyip defterimin kenarına resim çiziyormuşum, ötekilerin nasıl olduğunu bilemeyeceğim şimdi. İşte defterimin kenarına resim çiziyordum, bir tavşan, bir kedi, çiçeklere devam ederken “Ne yapıyorsun sen?” dedi öğretmen. Çalışırken rahatsız edilmek istemediğimi söyleyemezdim ben de tabii. Önce sol kulağımı çekerek başımı kendisine çevirdi, doğru açıyı bulunca “Çat!” diye koydu tokadı. Dursun diye bir kız vardı, La Fontaine masallarını işlediğimiz bir derste, öğretmen “fabl”ın ne olduğunu uzun uzun anlatırken Dursun’un onu dinlemediğini fark edip “Fabl nedir?” diye sordu. Dursun da bilemedi fabl fabl baktı öğretmenin yüzüne. Ben içimden “Hayvanları konuşturma sanatı,” diye cevapladım. “Hadi Dursun, beni duyabilirsin söylediğimi aynen söyle sen de, duy beni,” dedim. Olmadı. Öğretmen soruyu defalarca sordu. Ben defalarca içimden bağırdım Dursun’a. Dursun beni duymadı. Öğretmenin her soruşunda ensesine, yüzüne, başına değişik açılardan farklı tonlarda tokatlar yağdı Dursun’un. “Fabl nedir? Cevap ver nedir fabl?” Neden bütün hayvanlar dile gelip hep bir ağızdan Dursun’un yerine cevaplamıyordu bu soruyu? “Konuşursak fabl olur!” demiyorlardı mesela. Neden biz de hayvanlar gibi suskunduk?
Biz derken bütün öğrencileri kast etmiyorum. Müsamerelerde sahne alamayan, önlükleri hep biraz büyük ya da fazlaca küçük gelen sessiz çocuk koromuzu kast ediyorum. Veli toplantılarının bilinçli ebeveynleri olan iyi eğitimli ve tırnakları manikürlü annelerle çevrili değilizdir biz. Her eylül tatilde ne yaptınız konulu Türkçe ödevinde köyümüzü anlatırız mesela. Şarkıdaki köy, bizim köyümüzüdür yani. Biz, derken sınıftaki sınıftan söz ediyorum. Unutmuyorum. Ve bir şekilde anlamak istediğimi de unutmuyorum. Gerçekten hak etmiş miydik, kafaya inen kitapları, fırlatılan tebeşirleri, bileğimize vurmaktan eğrilen plastik cetveli? Resimler ve konuşan hayvanlardan başka şeyler gerekliydi bunları hak etmiş olmak için. Düşündüm ve beşinci sınıfın ortasında bir karar verdim.

Her yıl, okulun ilk ayında öğretmen, öğrenci kollarını seçerdi. Ben hiç sınıf başkanı ya da başkan yardımcısı olmadım. Olmayı istemedim de. Bir tek hayalim vardı, kitaplık kolu olmak. Kitapları özenle yerleştirmek, listelemek, takip etmek, gerekirse onarmak, yeni kitaplar alınmasını sağlamak gibi ideallerim vardı bununla ilgili. Ama galiba kitaplık kolu olmayı bu kadar istememdeki asıl sebep bitmek bilmeyen bir okuma açlığı çekmemdi. Evde bir kitaplığımız yoktu çünkü. Kitap için para harcamak da pek mümkün olmuyordu. Çok az kitabım vardı ya da elimdekiler bana hep az geliyordu. Sınıf kitaplığındaki kitapların değerini benden daha iyi bilen olamaz sanıyordum. Ve biliyordum, öğretmen yine beni seçmeyecekti. Beklediğim gibi oldu, öğretmen bu özel göreve yıldızlar takımından iki öğrencisini atayıverdi hemen. Daha parmağımı kaldırmamıştım bile. Bana uygun görülen de tüketici koruma kolu olmakmış. Beni onore ettiniz gerçekten. Teşekkürler. Bundan böyle hayatımı tüketicileri bilinçlendirmeye adayacağım. Bilinçli bilinçli tüketin ulan diyeceğim.

Pal Sokağı Çocukları’nı o dönemde okudum. En az yılanı beklerkenki yaz günleri kadar yapayalnız olduğum zamanlardı. Annem erkek çocuklarla oynamama izin vermezdi o yaşlarda. Bense çoktan bu maceraperest çocukların çetesine katılmış, onların dünyasına karışıp gitmiştim. Dövüşüyor, mücadele ediyor, kahraman oluyorduk birlikte. İlk defa bir kitapla örgütlendim. Beşinci sınıfın sonunda, kararımı uyguladım. Son hafta, kitaplıktan Pal Sokağı Çocukları’nı ikinci kez aldım. Çantama koydum. Eve götürdüm. Geri vermedim. Beş yıl boyunca yediğim dayakların bir anlamı olmuştu böylece.

Ben artık Dursun’a ve diğer çocuklara, yani bize, yani sınıftaki sınıfa, o sessiz koroya, içimden fısıldayarak seslenmek istemiyorum.

Bunları özellikle sana anlatıyorum dut ağacı. Beni ormanın kalbiyle dinleyebilirsin çünkü. Anlattıklarımın hepsini gördün, burada olduğun gibi oradaydın, biliyorum, penceremin önünde peyda olman boşuna değil.
Bir yandan da senin yaralı tarihinle özdeşleşmenin yollarını arıyorum. Çünkü senin de kardeşlerine kıydılar, masalını talan ettiler. Tanığınım, unutmadım. Daha dün Dersim’li kadınları gördüm, sular altında bırakılan ziyaret yerleriyle birlikte boğulan dut ağaçları için ağıtlar yaktılar, âh ettiler onlar. Bu yüzden bana çocukluk anılarımı hikâye etmiyorsun sadece, duyuyorum, türlü yangınlardan haber getiriyorsun. Bizim ortak yazgımızı dillendiriyorsun. Seninle her bakışmamızda hayal etme kuvvetim yenileniyor, faşist öğretmenleri kovalayacağımız günlere inanıyorum. Yeryüzünün bütün ve öteki çocuklarıyla beraber.                                                                                                  

1 yorum: