20 Temmuz 2010 Salı

Animals with the Tollkeeper: Bir Hayal Kırıklığı Olarak Hakikat



İşte “Animals with the Tollkeeper”, “İnsanlar Melekler ve Hayvanlar” diye çevrilmiş filmin adı Türkçe’ye. 1998 yapımı, Amerikan bağımsız sinemasından.

Filmin baş karakteri şehirden ve insanlardan epey sıkılmış talihsiz bir taksi şoförü. Bir gün intihar etmekten vazgeçtiği sırada arabasına aldığı üç gizemli ihtiyarın hayata ve ölüme dair anlattıklarından etkilenir. Her şeyi arkasında bırakır ve izlediği yol onu küçük bir kasabaya götürür. Orada haşarı erkek kardeşi ve geçimsiz annesiyle yaşayan genç bir kadınla karşılaşır. Ve tabii ki aşk, ilk bakışta başlar.

Filmin büyük bölümü adamın kadının izini sürdüğü kaçma kovalama sahnelerinden oluşuyor. Adam kadına kendini kabul ettirmek ve bir yabancıya güvenmesini sağlamak için oldukça çaba harcıyor. Hemen birlikte olmamaları önemli, nitekim vuslat ertelendikçe hikâye derinleşiyor. İki âşık, birbirlerini anlamak için yavaş yavaş kendilerine özgü bir dil geliştiriyorlar. Sözcüklerle değil, nesnelerle konuşuyorlar bu dili. Böylece hikâyenin dünyası, kelimelerin yerini nesnelerin aldığı soyut bir rüya mekanına dönüşüyor. Filmin bir yerinde, yine bu kovalamaca sürerken adam, kadını yakaladığı sırada kadının elindeki müzik kutusu düşüp kırılıyor. Kadın, önce yerdeki kırık müzik kutusuna sonra adama bakıyor. Gözlerinde öfke ve acı var. Hızla uzaklaşıyor. Sonraki sahnede adamı müzik kutusunu onarırken görüyoruz. Kutunun mekanizmasını küçücük parçaları yeniden yerleştirerek kuruyor adam. Müzik kutusunu onarmak, kırılmış bir kalbi iyileştirmek gibi. Zor ve ince iş.

Şiir tadında bir sahne daha: Kadın, üzerinde ince bir gecelikle bir kova tuzu başından aşağı döküyor. Adam uzaktan, kadının bahçede tuzla yıkanmasını izliyor. Kadın gittikten sonra yere yayılmış olan tuz birikintisine uzanıyor, gözlerini kapıyor. Birbirlerine dokunmadan, tuzun beyazlığında tenleri birleşiyor.

Fotoğraftaki sahne de filmdeki şiirsel anlatımı güçlendiren sahnelerden biri. Ayrıca burada Magritte’in meşhur The Lovers’ına selam çakılmış gibi. Hikâyenin gelip dayandığı son ise oldukça yadırgatıcı ve ironik. Adam, hızlı bir vazgeçişle kendini olmadık bir uçuruma bırakıyor. Buna ayrılık uçurumu denilebilir. Ve kendini, başka bir zaman diliminde, siyah beyaz bir belgeselin kurmaca dünyasında buluyor. Filmin başından aşinayız bu dünyaya. Hayat, adam için yeniden anlamsızlaşıyor.

Gerçek iyice belirsizleşerek yerini hayal kırıklığına bırakıyor filmin sonunda. Velhasıl, zarif, düşsel bir aşk anlatısı absürd bir belgeselin basit kurgusuyla nihayete eriyor. Adam, ne olduğunu anlayamamış bir halde şaşkın şaşkın etrafa bakınırken, kirli bir su birikintisinde yüzmeye çalışan yorgun bir kuğu görüyor burada.

Kadını bulduğunda hissettiği büyülü duygu artık yok. Aşkla birlikte düş gücünü ve güzel anlamları da geride bıraktı. Yine de pişman olmamalı. Çünkü ne kadar estetize edilirse edilsin, neticede aşk bir marazdır ve ayrılık her şeyin ilacıdır. Hem bu siyah beyaz belgesel dünyasında herkesin bir amacı ve garip olsa da her şeyin bir manası var. Daha ne olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder