19 Nisan 2011 Salı

Bu da Böyle Bir Rüyadır


Rüyamda Eren misafirim olmuş, İzmir’de bizim mekânda oturuyoruz. Çay ikram etmek için içeri mutfağa geçiyorum. O sırada aklıma geliyor, yemek koysak diyorum açtır şimdi Eren dost. Yoldan geldi. Ne yemek istersin diye soracağım, başımı çeviriyorum, Eren yok. Hay Allah, yine nereye kayboldu diye meraklanıyorum. Eren dostu aramak üzere yola koyuluyorum.
Çok kalabalık bir belediye otobüsünde buluyorum kendimi. Güya bütün gün çalışan işçiler cam kenarında oturuyormuş, böyle bir uygulama varmış. (Bir keresinde otobüsten son durakta inenlerin büyük kısmının saatler süren uzun yolculuktan sonra işten evlerine dönen yoksul insanlar olduğunu düşünmüştüm. Otobüs boşaldıkça cam kenarında oturabilmeleri de bundan. Tabi saçma bir düşünceydi bu ama bir şekilde rüyama sızıvermiş. Eyvallah.) Ben de her nasılsa cam kenarında oturmuşum. Ayaktaki yolculardan biri de abartılı makyaj yapmış rüküş bir kadın. “Yeter artık, biz de cam kenarında oturmak istiyoruz!” diye bağırmaya başlıyor. Kadına sinir oluyorum, böyle konuşamazsın bu insanlar bütün gün çalışıyor diyorum. Ağız dalaşı oluyor aramızda. Bir şekilde ineceğim yere vardığımı anlıyorum ve bu sefer de kendimi Ankara’da buluyorum.
Bilmediğim sokaklarda yürürken karşıma büyük bir bina çıkıyor. Burası bir üniversitenin fakültesiymiş. Ama yıllar önce terk edilmiş ve kullanılmaz hâle gelmiş. İçeri giriyorum. Merdivenler kırık dökük, yukarı çıkılmıyor. Binanın hayatta kalan tek yeri kantiniymiş. Burada çay satan iki kantinci amca var. Etrafta da bir sürü eski kitap. Kitaplara bakıyorum. Hepsi de 70’li yıllarda ve daha öncesinde basılmış. Hep de sevdiğim yazarların kitapları. Kesin Oğuz Atay’ın hikâyelerini bulurum burada ben diyorum. Demiryolu Hikâyecileri’ni arıyormuşum. Biraz aradıktan sonra bulup çıkarıyorum Atay’ın hikâyelerini diğer kitapların arasından. İlk basımı olabilir, epey eski görünüyor. Tozlanmış filan. Ben bu kitabı Hatice’ye götürebilirim işte diyorum. Gelmişken çay da alayım şuradan, bi güzel içeriz. Kantinci amcalardan iki çay istiyorum. Parasızmış bu kantinde çay. Amcalar çayları hazırlarken Dostoyevski’den bahsediyorlar. Bütün bu kitapları onlar okuyormuş, bu yüzden buradalarmış, o an anlıyorum.
Koltuğumun altında Atay’ın hikâye kitabı, elimde iki çay sokaklardan geçiyorum. Çaylardan biri Hatice’nin diğeri Eren’inmiş. Nihayet Hatice’nin evine geliyorum. Tren yoluna yakın, küçücük, tek göz odalı ve rüyadaki diğer her şey gibi eski bir ev imiş burası. Kapısı bile yok. İçerisi de pek güneş almıyor. Eşikte duruyorum. Hatice ben geldim. Sana çay ve kitap getirdim. Bir arkadaşım daha gelecek, diğer çay da onun diyorum. Hatice hem seviniyor beni görünce hem de mahcup oluyor. “Hazelinka kusura bakma ne olur, ama evim çok dağınık. Ayıp olacak. Şu hâle baksana,” diyor. Odada üç tane yüzleri tozlanmış ve iyice yıpranmış tekli koltuk, ortalarında da bir küçük aksak sehpa var. Koltuğun birinde bir kedi kıvrılmış uyukluyor. Hayır diyorum sana öyle geliyor, burası çok güzel bence.
Sonrası meçhul. Hatice beni içeri aldı mı, Eren çıkıp geldi mi, bilmiyorum. Bildiğim, gördüğüm kadarını anlatayım dedim. Rüyam, ilk bakışta absürt detaylardan ibaret gibi ama aslında hakikate dair çok şey söylüyor düşündükçe: Kantinciler neden Dostoyevski okumasın, cam kenarı işçilerin hakkı değil mi, Eren olsa buna ne derdi acaba gibisinden sorular uzayıp gidiyor. Atay, Hatice, tren yolu, hikâyeler arasılık, serbest çağırışımda sınır tanımazlık falan, feşmekân. Böyle sayıkladım ve yorumladım. Gündüz niyetine yazdım.       
Bu vesileyle rüyamı şereflendiren, şenlendiren dostlara mahsus selam ederim. Ayrıca bu rüyanın görülmesinde emeği geçen başta bilinçdışım olmak üzere, bütün psikolojik ve psiko-patolojik kişi ve kuruluşlara teşekkürlerimi sunuyorum.      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder